Medeniyetin Panzehiri

Güncelleme Tarihi:

Medeniyetin Panzehiri
Oluşturulma Tarihi: Şubat 09, 2004 13:40

- Ne içersiniz?

- Neler var?

- Çay var, kahve var, kola var.

- Peki bitki çayı var mı?

- Bir sorayım. BİZDE BİTKİ ÇAYI VAR MIII?

- YOOOOK! NORMAL ÇAY VAAAR.

- Çok merci. Ben birşey almıyım o halde.

Haberin Devamı

İtiraf etmek gerekirse, bu komik diyalogda “Bizde bitki çayı var mı?” şeklinde bağıran kişi benim. “Peki bitki çayı var mı?” sorusu karşısında aptallaşmış ve topu derhal içerdeki kişiye atmıştım. Ama yani böyle soru mu olur? Sorudan geçtim. İçerden gelen cevaba ne demeli? Yooook. Bizde normal çay var! Sanki yeryüzünde bitki çayı olmayan bir çay varmış gibi... Acaba bildiğimiz Rize çayı asfaltta mı bitiyor?

 

Aslında, bu sempatik sorunun içerisinde çok vahim bir durum gizli. Doğal hayata korkunç yabancılaşmış durumdayız. “Bitki çayı var mı?” diye soranlara ve de “Hayır yok. Normal çay var” cevabını verenlere “Şekerim sana çektiğim kontöre cevap vermedin” deseydim “Adam kontör ne demek, SMS ne demek bilmiyor. Cehaletin de böylesi!” derdi herkes. Adım gibi eminim.

Haberin Devamı

 

Durum vahim arkadaşlar. “Medeniyet” kafamızı fena karıştırmış durumda. Apartman çocuğu olduğumuz için meyvelerin manavlara yemek fabrikalarından geldiğini zannediyor durumdayız neredeyse. Dünya bizim için bir apartmanlar bütünü! Etiler’de, pahalı etiketlerle hormonsuz yiyecek satan bir mağaza biliyorum. O mağaza bana hormonsuz meyve yiyebilmenin seçkinlik olduğu bir ortamda, dalından sapsarı adı gibi altın bir ayva koparıp yeme imkânına sahip olacak kadar zengin olmadığımızı düşündürür bana. Atatürk belki de bunu görerek “Köylü, milletin efendisidir” demiştir. Kimbilir? Size, Club Med’in efsanevi sloganını hatırlatıyorum: Club Med, medeniyetin panzehiridir! Evet, bizim vazgeçilmezimiz olan medeniyet bir yanıyla bizi zehirliyor ne yazık ki. Mehmet Akif Ersoy, İstiklal Marşı’mızda “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” demiş. Tamamen doğru. Ama doğrunun tamamı değil. Çünkü medeniyet, tek dişinin üzerine taktirdığı şahane porselen diş proteziyle gezen güzel yüzlü bir canavar. İnsanı önce kendine aşık eden, sonra da zehirleyen...

Haberin Devamı

 

Bazen gecekondu semtlerinin önünden geçerken bahçesinde demledikleri (bildiğimiz!) çayı içen insanlara o kadar çok özenirim ki. Sitelerin arasında gezerken de bir o kadar daralırım. Balkonlardan üstüme insan düşecekmiş hissine kapılırım. Şu işe bakar mısınız? İnsanların göç edip kaçtığı “kırsallık” bugün erişilmesi güç bir statü. Gelenin gideni gerçekten aratıyor. Florasanlar, halojenler, softone ampuller... Hiçbiri mumun yerini dolduramadı. Şimdi mum, kalite ortamların simgesi. Tablo çok net. İnsanlık, geçmişini mumla arıyor!

 

Başağrılarımız bu yüzden belki. Uykusuzluklarımız, gerginliklerimiz hepsi bu yüzden belki. Kendi panzehirimizi bulamayışımızdan. Fiziksel zehirlenmenin çözümü binlerce. Oysa sosyal zehirlerin ilacı hiçbir eczanede yok. Kendi panzehirimizi kendimiz yaratmak zorundayız. Ve ne yazık ki bu konuda yapayalnızız.

Haberin Devamı

 

İşimiz zor çünkü, birinci kata asansörsüz çıkamayan, nefessiz kalmış bir jenerasyonuz biz. Sabah yedide medeniyetin velinimeti alarmlı saatlerle apar topar uyandırılan... Yarım saatte hazırlanıp aşağıda kendisini bekleyen gene medeniyetin “armağanı” otomobillere-otobüslere doluşup yola koyulan... Aynı saatte aynı yöne doğru gitmekte olan binlerce motorlu taşıtla birlikte gününün 2-3 saatini bu gereksiz asfaltlarda harcayan bir jenerasyon...

 

Kelime anlamı itibariyle hayatın nefesi anlamına gelen Baraka filminde asla unutamadığım bir sahne vardı. Filmde bir metronun yürüyen merdivenlerindeki insanlara dikkat etmiştim. Sonraki sahnede de bir tavuk çiftliğindeki civcivlerin alt alta üst üste taşındığı fabrika bandına. Aradaki benzerlik ürkütücü boyutlardaydı.

Haberin Devamı

 

Yiğidi öldür ama hakkını ver. Aslına bakarsanız Sevgili medeniyet, üzerimizde kurduğu bu dayanılmaz baskı konusunda bize çözümler de sunuyor: Stresle başa çıkmanın yolları kitabı! Bir solukta okuyorsun. 8 milyon artı kadeve! Üstelik kredi kartıyla da alabiliyorsun. E yani, medeniyet daha ne yapsın?

 

Medeniyetin bizim için elcağızıyla hazırladığı bu yaşam biçimine alternatif yollar yok değil. İntihar edebiliriz meselâ! Ki bunu yapanlarımız da var. Benim gibi “ben hayatı doya doya yaşamak istiyorum kardeşim” diyenler için metropollerden kaçmak bir alternatif. Bu ideallerinden vazgeçmek anlamına gelebileceği ve adı üstünde bir “kaçış” olduğu için sizi bilmem ama bana hiç cazip gelmiyor. Yüzlerce köpeğimle birlikte yaşayabileceğim hayallerimin çiftliğini kurabilmem için çok ciddi bir birikime ihtiyacım var zira. Geriye tek bir yok kalıyor. O da kendi panzehirini kendin yaratmak.

Haberin Devamı

 

Nasıl yaparsınız, nerede bulursunuz onu bilemem. Ama ne yapın ne edin bu yağmurdan kısmen bile olsa sizi koruyacak “o” şemsiyeyi açın. Ben iki senedir o şemsiyeyi açmaya çalışıyorum. Epey mesafe de aldım aslında. Bir dolu şey denedim. Siz de farklı şeyler deneyin. Aklınıza bir şey geldiğinde içinizden bir ses size “saçmalama” diyorsa, bilin ki o ses medeniyetin sesidir! Ve denemeye devam edin. İçinizden bir sesin “Asansör varken merdivenle çıkmak mı? Saçmalama” dediğini duyduğunuz anda bilin ki vakit, yukarıya merdivenle çıkma vakti. Hazır saçmalık demişken... Geçen yıl artık İstanbul’da gitmediğim spor salonu kalmadıktan sonra, ben koşu bandının üzerinde koş babam koş tipi spor aktivitelerinden hoşlanmadığımı farketmiştim. Kendime “Sabahları altıda kalksam ve bir yerlerde odun kırsam. Güne bu şekilde başlasam.”  Dediğimi hatırlıyorum. Sen yaparsın, aslanım benim sen süpersin şeklinde kendimi gazladıktan sonra İstanbul’un oduncularının nerede konuşlandığını öğrenmiştim bile. Gültepe’nin arkalarında tam hayalimdeki gibi dağların arasına kurulmuş bir oduncu buldum. Oduncunun sahibi yaşlı bir amcaydı. Ona gittim ve “Ben her sabah altıda gelip sizin müessesenizden bir saat odun kırmak istiyorum. Para istemediğim gibi her sabah gelirken size güzel güzel kahvaltılıklar getiririm.” dedim. O da bana “arada arabanla da gezdirir misin bizi?” dedi. Ben de “ne demek? Sizi Laila’ya bile götürürüm” dedim.Amca sağolsun kabul etti. “Yarın gel başla” dedi.

 

O kadar mutlu olmuştum ki... Ben ilk işime kabul edildiğim zaman bile bu kadar sevinmemiştim. Ertesi sabah 6’da kalktım. 6.30’da işimin başındaydım. İş arkadaşlarımla tanıştım. Hepsi çok iyi insanlardı. Gündüz odun kırıyorlardı. Gece de odun deposunda uyuyorlardı. Bu gençler, kazandıkları kuruşları köye ailelerine yolluyorlardı. Bu durum bana çok dokunduysa da, iş dünyasında etrafımdaki insanlardan daha mutlu bir yüz ifadeleri vardı. Sanıyorum onlar bizden daha mutlu insanlardı.

 

Odun kırmak da öyle zannettiğiniz gibi kolay bir iş değil. İlk gün, 3 tane odunu 23 vuruşta kırabildim ve sırtım çok kötü tutuldu. Kilitlenmiş bir biçimde yere yığıldım. Odunculuk sektörü, tarihinin en neşeli gününü yaşadı benim sayemde. İş arkadaşlarım gülme krizlerini bir yana bırakıp bana yardım etmeye karar verdiler. Sonunda oryantasyonumu sağ salim tamamlamayı başarabilmiştim. Meğer, önemli olan baltayı belini zorlamadan havaya uçurmakmış. Ondan sonra o zaten kendi düşüş hızı sayesinde odunu ortadan ikiye ayırıyormuş. Tek yapmanız gereken de balta yere inerken onu doğru yönlendirmekmiş.

 

Bir hafta boyunca odun kırdım. Özgüvenim ikiye katlandı. Kendimi çivi gibi sağlıklı hissediyordum. Gözlerimden bilinç fışkırıyordu. Yani, herşey güzeldi. Ta ki o ana kadar... Kariyerimin o en sevimsiz anına kadar. O gün ben herzamanki gibi! güle oynaya odunlarımı kırıyordum. Kim olduğunu bilmediğim 2 metre boyunda ağaç gibi bir adam geldi. Adam tek kelime etmeden benim baltamı elimden aldı ve gitti. Hayatta kullanmayı öğrendiğim ilk enstrüman elimden alınmıştı. Hem çok şaşırmış hem de çok içerlemiştim. O ağaç benim baltamı neden almıştı?

 

Sonra müessesenin CEO’su olan yaşlı amcaya gittim. O adam, amcanın oğluymuş meğer. Babasına “Kim bu salak?” demiş. Babası anlatınca “Şimdi bu gerzek baltayı koluna bacağına saplar başımıza iş açılır” demiş ve benim işime son vermiş. “Kardeşim benim emeğime yazık değil mi? İnsan gerekçesiz işten çıkarılır mı? Hani benim performans değerlendirmem? Bari bir referans mektubu yazsaydın da kariyerime başka bir oduncuda devam etseydim. Kurumsallaşamamış aile şirketi işte n’olucak” dedim içimden. Mesai arkadaşlarımla vedalaştım. Hepsi çok üzgündü. Ben hepsinden daha üzgündüm. “Ne güzel, Laila’ya gidecektik” dedi bir tanesi hiç unutmuyorum. Ben de “Size söz birgün gezeceğiz hep birlikte” dedim. Sözümü de maalesef tutamadım. Bu kariyerimdeki ilk ve tek kovuluşumdu. O gün bugündür ne zaman bir odun görsem, aklıma hep bu olay gelir. Bu yazıdan sonra korkarım, sizin aklınıza da ben geleceğim!

 

Uzun lafın kısası, panzehir oduncuda bile olsa onu bulun. “Bitki çayınız var mı?” diye soran olursa, onlara da sevgilerimi iletin lütfenJ

 

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!