Güncelleme Tarihi:
Evet, Anadolu’yu seviyorum.
Gezmeyi görmeyi, ama asıl durup yaşamayı. Genelde yolum beni Doğu’ya ve Güneydoğu’ya götürse de Anadolu’nun her köşesini... Ama doğrudur, bakıyorum da son senelerde Kars’a, Ağrı’ya, Van’a, Iğdır’a, Hakkari’ye, Erzurum’a, Diyarbakır, Bitlis, Bingöl, Mardin, Antep, Adıyaman, Urfa’ya gitmişim ikişer üçer kere. Kısa bir Trabzon-Gümüşhane-Bayburt, üç günlüğüne Antalya, iki günlüğüne Bolu, günübirlik Bursa, İzmir, Adapazarı, üç beş günü birlik Ankara... Hepsi bu galiba. İki senede fena sayılmaz.
İnşallah büyüyüp de muteber bir gazeteci-yazar olduğum zaman, yarı iş gezisi yarı rüşvet, Londra’lara, Paris’lere, Prag’lara, New York’lara, hiç olmazsa Bodrum yahut Türkbükü’lere de gideceğim inşallah!
Şimdilik yukarıdaki tablo gösteriyor ki... kader beni hep Sıvas’ın doğusuna gönderiyor.
Şikayetçiyim dersem, inanmayın!
Ve size bir şey daha itiraf edeyim mi, ayağımı Doğu-Güneydoğu toprağına bastığım anda, anında, Gregor Samsa gibi bir ‘dönüşüm’ geçiriyorum.
Konuşmam değişiyor, insanlara hitabım, yürüyüşüm, halim tavrım...
Kabalaşıyorum dersem, yöre insanına kaba demiş olurum, değil!
Ama ne bileyim...
Mesela İstanbul’da garsona el kol işareti yapmayı ayıp sayan, ‘Affedersiniz, bir bakabilir misiniz’ demeyi bile münasip bulmayan ben, kendimi Bitlis’teki o küçük pideci-kebapçıda ‘Hemşerim bi’bakıcan mı buraya!’ diye seslenirken yakalıyorum!
Diyarbakır’da, duvarlarına kilim asılı bir hanın avlusunda, asırlık çınarın altındaki alçak tabureye dizlerimi açarak oturmuş, bardak altlığını yüzükparmağı ile serçeparmağı arasına sıkıştırmış, çayımı... hlüüüüüp diye içtiğimi fark ediyorum dehşet içinde! Ulan adam gibi içsene, İstanbul’da hüpürdetiyor musun çayı kahveyi? Diyarbakır’da gürültü çıkarılır diye bir kural mı var? Ama ne bileyim...
Otel lobisinde, bir fırsatını bulup, ayağımı altıma alarak oturuyorum.
Sanki ‘oralarda’ traşsız gezmek mubahmış gibi, önemli bir randevum filan yoksa eğer, salıveriyorum sakalı. Bitmedi, sağ dirseğimle sol yumduğum masaya dayalı otururken, sakalımı bastıra bastıra sıvazlayıp, fıırt diye burnumu da çekiyorum.
Ayakkabımı boyamak için peşimden koşan Bingöllü sümüklü çocuğa, kağıt mendil alayım diye yapışan Iğdırlı kıza, yarı şaka yarı azar ‘Ulu istemez dedik ya!’ deyiveriyorum.
Yaşlı insanlara Dayı, Emmi; yaşıtlarıma Hemşerim, gençlere Deliganlı diye hitap etmeye başlıyorum...
Kapalıçarşıdaki dükkâncıya, ‘Otlu peynir kaça?’ diyecekken, ağzımdan ‘Kaça veriyon kilosunu?’ çıkıveriyor...
Adımlarımı büyük büyük atmaya, kaldırımda yürürken iki yana salınmaya başlıyorum.
İnanmayacaksınız ama, lokantadan hesabı ödeyip çıkarken, garsonun ‘töktüğü’ kolanyağı pantulumu ıslamasın ve omzuma attığım ceketim düşmesin diye hafifçe öne eğilerek elimi sıvazlarkene, dişimin arasındaki kürdanı el değmeden ağzımda sağdan sola geçirmeyi bile beceriyorum.
Acaba?
Acaba aslında içimde mi var? Var da derinimde bir yerler bunu mu özlüyor? Kendimi koyuvermemi mi bekliyor?
Yoksa ben aslında ‘böyle’ bir adamım da, ‘başka türlü’ olmak için kendimi mi zorluyorum? İlk fırsatta ince cilam mı dökülüyor?
Yok, acaba, gittiğim yöre insanı hakkında böyle bir yargım var da (yargı diyorum, önyargı demiyorum; içimden yargılasam, herhalde böyle taklide kalkmam) ‘sempatim’ beni böyle ‘empati’ yaptığıma mı kandırıyor?
Yoksa... yoksa sakın, ‘Ben İstanbul’da doğup büyümüş, Avrupa’larda okumuş, sizin asla ulaşamayacağınız imkânları kullanmış veya harcamış; sizin hayal bile edemeyeceğiniz şeyleri görüp yaşamış; eğitimimle, maddi manevi birikimimle sizlerden birkaç asır ileride ... ama neticede SİZİN GİBİ bir insanım! N’olur beni de kendinizden biri gibi aranıza kabul edin!’ diye sessiz bir yalvarma olmasın bu?
Bu memleketin ‘eliti’ denilen bizlerin, biz bir avuç şanslı azınlığın; memleketin bu ücra köşelerinde yüzyıllardır aç bilaç, okulsuz hastanesiz, doktorsuz öğretmensiz, eğitimsiz ilaçsız, yolsuz yordamsız, işsiz güçsüz ve umutsuuuz bıraktığımız, buralarda unuttuğumuz, unutmayı yeğlediğimiz, bir de utanmadan horladığımız şarladığımız bu insanlarımıza olan ayıbımızın, borcumuzun ezikliği mi?
Kılığıma kıyafetime bakıp, üstünlüğümü çaresiz kabul edip, bana ‘Abi’ diye hitap eden babam yaşındaki adamdan utancım mı?
Bu kapatılmaz üstünlüğün, benim bir marifetimden değil, gayretimden değil, sadece ve sadece İstanbul’un iyi bir yerinde ve imkânı olan kültürlü bir ailede dünyaya gelmiş olmaktan ibaret olduğunu bilmenin azabı mı?
Bilmiyorum.
Belki de ben, Anadolu’ya bir terapi olarak gidiyorum.