Güncelleme Tarihi:
Ayşe ARMAN
Aklıma ilk önce o cümle düştü: Yarım Kalmış Hayatlar...
Şu ya da bu sebeple, başına bir felaket gelmiş ve bıçakla kesilmiş gibi aniden hayatları değişmiş insanlar... Onların yaşadıkları... Acıları... Hüzünleri... Duyguları... Sevinçleri... Neyse ne... Ne yaşadılarsa... Şimdi bunun peşindeyim... O insanları bulmak, dinlemek ve öykülerini size aktarmak... Öncelikle bir Güneydoğu hikayesiyle başlıyoruz: Komando Yüzbaşı Mehmet Bedri Aluçlu... Ekim 2007’de elinde mayın patlayan bir asker... Gözlerini, ellerini kaybeden, henüz 34 yaşında, daha yaşayacak çok şeyi olan genç bir adam... 46 gün komada kalıyor, 12 ameliyat geçiriyor, hayatta normale dönmez, kafasının arkası yok deniyor, ama dönüyor... Ve hayat devam ediyor. Karısı İclal, 7.5 aylık hamile. Onları Ankara’da buldum, eşiyle birlikte... Sevgi dolu bir aile... Bugün saat 16.00-18.00 arası İstanbul Akmerkez’de, “Alya, Sevgilim ve Ben” kitabımın imzası var, karşılığında da Akmerkez bu kampanyaya destek olmak amacıyla Aluçlu Ailesi’nin hesabına 20 bin TL yatıracak. Çünkü bu kampanya kurumlara değil, kişilere destek olacak. Ben hem hikayelerinizi bekliyorum, hem de Yarım Kalmış Hayatlar’a destek olmak isteyen şirketlerin davetlerini...
O sabah nasıl uyandınız?
- Son derece normal. Herhangi bir sabahtan farkı yoktu. Operasyona çıkacaktım. Emrini daha önce almıştım. İmha edilmesi gereken bir mayın vardı.
Kaç kişiydiniz?
- 15-16 kişi. Yola koyulduk. Bir itirafçı da bize yerini gösterecekti. “Buralarda bir yerlerde olması lazım” dedi. Yanımızda da mayın arama için kullandığımız bir cihaz var. Cihazı çalıştıran çocuk, “Burada ötüyor komutanım” dedi. “Tamam, siz kayaların arkasına geçin” dedim. Geçtiler. Toprağı kazıdım, çıkarttım. El yapımı bir mayındı.
O sırada itirafçı nerede?
- O kendisinin çıkarmasını teklif etti, ben “Yok” dedim, onu da kayaların arkasına gönderdim.
Neden?
- Neden olacak? Ölmesin diye!
O sırada “Ben ölebilirim” diye düşünmüyor musunuz peki?
- Düşünüyorum, ölebilirim de. Ama ben o ekibin komutanıyım. Kimsenin hayatını tehlikeye atamam...
Mayın önünüzde duruyor, neye benziyor?
- El yapımı mayında üç ana malzeme olur: Patlayıcı, ateşleme düzeneği ve fünye. PKK, litrelik kola ya da su şişesini ikiye bölüyor, altlı üstlü kablo yerleştiriyor, o kabloları 6 tane pile iliştiriyor, pet şişeden çıkan kabloları da fünye dediğimiz ateşleme sistemine bağlıyor. Patlayıcı konserve kutusunun içinde. Pet şişeye bastığınız zaman, kablo temas ettiği için fünye ateş alıyor ve patlıyor. Artık nereye denk gelirse, kol, bacak kopartıyor. Budur yani...
Peki siz ne yaptınız?
- Önce silahla ateş ettim, patlamadı meret...
Bu arada siz patlayıcı eğitimi almıştınız değil mi?
- Tabii tabii. Etkisiz hale getirdiğim pek çok mayın oldu. Ama sonuçta, ne kadar eğitim alırsanız alın, üzerinize 6-7 kilo ağırlığında çelik yelek giyiyorsunuz, ellerinizde de eldiven oluyor...
Bunlar o gün sizin üzerinizde değil mi?
- Hayır bu sefer yoktu, normal düz vatandaşım.
Nasıl olur?
- O gün öyle denk geldi işte. Yapacak bir şey yok... Mayını tamamen etkisiz hale getirmek için fünyeyi çıkarmaya karar verdim. Normalde patlamaması lazımdı. Ama bir ihtimal daha vardı, vücut elektriğinden fünyenin etkilenmesi... İşte o oldu... Fünye patladı...
Siz o anı hatırlıyor musunuz?
- Hayır... Hafızamda o bölüm yok... En son pilleri ve fünyeyi hatırlıyorum, gerisi boş...
Ne olmuş peki?
- Büyük bir patlama... Mayın elimdeyken patlamış... Yüzüm darmadağın olmuş, gözler gitmiş... Bizim çocuklar helikopter çağırmışlar... Suratım tanınmaz haldeymiş, kafatasımın sol tarafı yokmuş. Müthiş bir kan kaybı söz konusuymuş. Ama nasıl oluyorsa, ben o arada konuşuyormuşum...
Ne diyormuşsunuz?
- Bölgedeki terörist arkadaşlara sevgilerimi iletiyormuşum!
Ne kadar şiddetli bir patlama...
- Şöyle tarif edeyim, 25-30 kilometre ilerideki insanlar dumanı görmüşler...
Siz nasıl hayatta kalmışsınız!
- Bilsem... Kader herhalde... Ellerimi kopartıyor, bacaklarımda yaralar açılıyor, gözlerim gidiyor... Bu gördüğünüz suratımın iyi hali, 12’nci ameliyatım filan, kafatasımın sol tarafı suni kemik... 46 gün yoğun bakımda kalmışım...
Sizin olaydan sonra hatırladığınız ilk kare...
- Gözlerim bağlı olduğu için eşimin sesini duydum. “Biz neredeyiz?” dedim. “Ankara’da, hastanede” dedi. “Hayrola?” dedim, “Mayın patladı” dedi.
Şimdi geri dönüp düşününce...
- Düşünecek bir şey yok. Bu, bir emirdi. Ben de oraya o mayını çıkartmaya gittim.
Bu emri veren suçluk duymaz mı?
- Ona bir şey olmuyor ki. Sıkıntı yok... Bakın, ben o mayını çıkartmadan da geri gelebilirdim. Kimse bana, “Niye çıkartmadın?” diyemezdi. Benim o mayını çıkartmaya çalışma sebebim şu: Ben basmam. Benim bölüğüm de basmaz ama benden sonra gelecek adam, o mayının yerini bilmediği için basar, birinin bacağı, kolu kopar. Onun yerine benim koptu... (gülüyor)
İyi de bunu çıkartmanın daha gelişmiş bir yolu yok muydu?
- Yollarsınız giyimli, kuşamlı bir arkadaş, o çıkartır. Ama o arkadaşın oraya çıkması için bayağı bir yürümesi lazım. Zahmet olur, yerine biz gideriz...
Güneydoğu’daki askere tavsiye
Güneydoğu meselesi nasıl çözülebilir? Kim çözebilir?
- Sizi üzmek istemem ama kimse çözemez. Çünkü bugünkü değil, çok eski mesele..
Karşı tarafı dinlediğimiz zaman...
- Sizi ikna ederler...
Nasıl yani, onlara da hak mı veririz?
- Evet, hak verirsiniz. O insanlar çok sıkı bir ideolojik eğitimden geçiyorlar. 2 yıl boyunca 24 saat. Türkiye’deki en yeni terörist, 99 katılımlıdır, 11 yıllık yani. Çok daha eskiler de var. Kısacası ömrü bu işlerle geçmiş. Senin oraya gönderdiğin asker ise, 3-4 ay eğitim alıyor, çocuğun hiçbir şeyden haberi yok. Onlar tecrübeli. Olayı bitiren bu. Ama sistem de bu, yapacak bir şey yok. Bir de tabii onlarda kaygı yok; ne para, ne aile, ne gelecek, ne geçmiş kaygısı. Ama bizim askerlerimizin var...
Bir anne oğlunu Güneydoğu’ya gönderirken korkmaz mı?
- Her anne korkar. Şimdi şu var: “Güneydoğu’yu bizden kopartıyorlar!” yaygarası yapmıyorsanız, sorun yok korkabilirsiniz. Ama hem “Güneydoğu bizden kopuyor. Kürt devleti kuruluyor” edebiyatı yapacaksınız, hem de çocuğunuzu oraya yollamak istemeyeceksiniz, işte bu olmaz, ihanettir...
Güneydoğu’da görev yapanlara ne öğüt verirsiniz?
- Öğrenmeyi reddettikleri en ufak şey, ölümlerine sebep olabilir, bu bir. İki, öğrendiklerini unutmayacaklar. Spor eğitimi ya da atış gibi benzeri faaliyetlere burun kıvırmayacaklar. Çünkü çatışmaya girdiğinde ya sağ kalırsın ya ölürsün. Tamam belli bir oranda şans ama belli bir oranda da eğitim. Eğer bir yerden bir yere sıçrayamıyorsan, taştan taşa geçemiyorsan, attığını vuramıyorsan, ölme ihtimalin daha yüksek. Bir de tabii, o bölge insanını farklı insan gibi görmeyeceksin. Onlar da senin gibi...
Kürt açılımı hakkında ne düşünüyorsunuz?
- Açılım lazım. Ama sadece Türkiye’nin doğusuna değil, her tarafına!
Son soru: Bütün bu yaşadıklarınızdan size kalan nedir?
- Pervari (Siirt), serin bir yerdi, bayağı güzeldi... Kalan bir şey yok. İnsan hayatı gelip geçiyor, kimseye bir şey kalmaz...
KAPORTAM DEĞİŞTİ AMA AYNI ADAMIM
Psikolojik destek...
- “İhtiyacınız varsa verelim” dediler, “Yok sağ olun” dedim...
“İyi ki evliyim, iyi ki eşim var” dediniz mi?
- Demez miyim? Eşim, en büyük desteğim. Her kadın dayanamaz, benim bütün yükümü çekiyor, müteşekkirim. Kendisi doktor biliyorsunuz, benim için bıraktı mesleğini, gece gündüz bana bakıyor, bu kadar büyük bir fedakârlık yapıyor olması beni üzüyor.
Bu arada ikinci bebek geliyor. Bir tereddütünüz olmadı mı?
- Neden olsun? Çocuk büyütmek için illa elinizin, gözünüz olması gerekmiyor... Onlar sevgiyi hissediyorlar.
6 yaşındaki oğlunuzun kazaya tepkisi nasıl oldu?
- İlk başta sıkıntılı geçti, görüntümü yadırgadı, olaydan bahsedilmesini hiç istemedi, ama sonra o da alıştı. Benim kaportam değişti ama ben aynı adamım aslında. Halime yine de şükrediyorum, bunun daha kötüsü var: Ölebilirdim. Ya da aklım yerinde olmayabilirdi.
Hiç korkmamışlar mı, “Bu adam uyanacak ve kafası eskisi gibi çalışmayacak” diye?
- Demişler zaten. Hiçbir şeyi hatırlamaz, kimseyi tanımaz, karakteri değişir... Hiçbiri olmadı.
Müthişsiniz!
- Müthiş olan ben değilim, insan bedeni... Toparlandı işte...
Bizim üzülmemiz, size acımamız gerekirken, hayran hayran dinliyoruz. Nasıl bu hissi yaratabiliyorsunuz bilmiyorum ama ben konuşurken sizin görmediğinizi bile unutuyorum...
- Bu söyledikleriniz çok güzel, çok teşekkür ederim.
Bundan sonra ne yapmayı düşünüyorsunuz?
- Çalışmak istiyorum ama ne yapacağımı da bilmiyorum. Kitap yazarım belki.
SEN ONU ÖLDÜRMEZSEN O SENİ ÖLDÜRECEK
Çok sayıda bire bir çatışma yaşadınız mı?
- Elbette. Askerlik mesleği ölüm mesleği. Ya öleceksin ya öldüreceksin.
Daha önce de ölüm tehlikesiyle burun buruna geldiniz yani...
- Pek çok kere.
Birilerini öldürdünüz mü?
- Öldürdüm.
O nasıl bir his?
- Bir şey hissetmedim.
Karşınızdakinin gözünün içine baka baka mı tetiği çektiniz?
- Yakın mesafeden öldürdüğüm arkadaşlar da oldu. Ben öldürmesem, onlar beni öldürecekti.
Siz, söylediği her şeyi tartan, eğitimli birisiniz, müstesnasınız... Bu anlattığınız şeyleri bu kadar kolay yaşıyor olamazsınız...
- Bu kadar kolay yaşıyorum. Garip gelebilir ama öyle. Ben oraya arkamda 150 askerle gidiyorum, olayı yönetemezsem, tereddüt edersem, tetiği çekemezsem, o askerler ölür.
Siz o 150 askerin kahramanısınız değil mi?
- Hayır, onların komutanıyım. Ve onları canım pahasına korurum.
Bir taraftan da bir aileniz, karınız, çocuğunuz var. Ne oluyor? Beyninizin bir tarafı orduya, bir tarafı kendinize mi ait?
- Ben evin kapısından çıktıktan sonra ev yoktur. Bitmiştir.
Yüksek lisans tezim PKK’nın söylemiydi
Nerede doğdunuz?
- Elazığ.
Anne-baba neci?
- Annem ev hanımı. Babam kütüphane memuru. Çocukluğum, kütüphane koridorlarında koşturarak geçti.
Büyüyünce ne olacağım diyordunuz?
- Asker. Hatta komando. Kendimi bildim bileli. Bilmiyorum sebebini.
Bazı insanların komando olmaya uygun özellikleri vardır...
- Benim öyle insan üstü yeteneklerim yoktu. Sonuçta hepimiz subayız, üç aşağı beş yukarı aynı beden kapasitesine sahibiz. Ama bazıları komando olmayı tercih ediyor, bazıları etmiyor.
Nesi size keyif veriyor?
- En çok yürümesi, uzun yol yürümeniz gerekiyor, bazen günlerce...
Komandoların kurbağa filan yedikleri doğru mu?
- Yok canım, bunlar şehir efsaneleri...
Ama normalden daha becerikliler, öyle değil mi?
- Eh sayılır.
Ben kendinizi kahraman gibi anlatmanızı bekliyorum, siz hiç oralı değilsiniz...
- Çünkü kahraman değilim. İşimizi yapıyoruz. Ben profesyonel askerim.
Eğitiminiz?
- İlkokulu Elazığ’da okudum, ortaokulu Anadolu Lisesi’nde, liseyi İzmir’de, sonra Harp Okulu, derken Hacettepe’de yüksek lisans yaptım. 2.5 sene de Amerika’da yüksek lisans yaptım.
Amerika ne alaka?
- Belli seviyenin üzerinde İngilizce puan alanları Amerika’ya yolluyorlardı, benim puanım da tuttu, hasbelkader beni de yolladılar. New Jersey ve New York’ta 2.5 sene kaldım. Kendi isteğimle Ankara’ya geri döndüm ve tayinim Siirt-Pervari’ye çıktı. Bu olay olana kadar oradaydım.
Siirt’e yalnız mı gittiniz?
- Evet. Peşimden eşim ve oğlum geldi.
Eşinizle nasıl tanıştınız?
- Hacettepe’de yüksek lisans yaparken. O da tıp okuyordu. Sonra evlendik, oğlumuz Amerika’da doğdu.
Siirt’te göreviniz neydi?
- Komando bölük komutanıydım.
Bölük komutanı ne yapar?
- Arazide teröristi bulur ve öldürür.
Çok soğukkanlı tarif ettiniz...
- Ama görev budur.
Nasıl geçiyordu günler?
- Teröristleri bulmaya çalışarak... Siirt dediğin zaman, insanlar, sıcak, düz bir yer hayal ediyorlar. Oysa Pervari, Siirt’e arabayla 2 saat mesafede, çok yüksek bir yayla. Pervari’nin ilçelerinde yaşayanlar 100-150 sene önce yerleşik hayata geçmişler. Daha yeni yani. Her sene de oraya göçerler gelirler. Orada görev yapabilmek için o insanların psikolojilerini, sosyolojilerini iyi bilmeniz lazım. Onlarla iletişim kurabilirsiniz orayı seversiniz, aksi takdirde “Benim burada ne işim var” der, acı çekersiniz...
Sizin durumunuz?
- Ben Elazığlıyım, onlara çok yabancı bir kültürden değilim. Üstelik Hacettepe’deki yüksek lisans konum, “PKK’nın söylemi”ydi. Dolayısıyla, oraya pek çok şeyi bilerek gittim.
Hem akademisyen gibi tez hazırlıyorsunuz, hem de “saha”ya iniyorsunuz. Genelde birinden birini seçerler...
- Terörle mücadele için ikisinin bir arada olması gerekiyor, yoksa çözemezsiniz. Göçerlerden söz ettim ya, araçla ulaşamıyorsunuz onların bulundukları yere, 20 saat yürümeniz gerekiyor, PKK’lılar da bunu bildikleri için malzeme-erzak lazım olduğu zaman köye gitmiyorlar, o göçerlere “Bize bunlar lazım. Al şuraya bırak” diye liste veriyorlar, onlar da alıyor...
Yoksa PKK onları öldürür, o yüzden mi alıyorlar...
- Yok hayır, parayla oluyor o işler, bildiğiniz ticaret yani. Onların arasında bir sorun yok, ikisi de Kırmanca konuşuyor. Göçerle PKK arasındaki fark, birinde silah var. Göçerin hayvanını otlattığı bölge, PKK’nın yaşam alanı. Ona ses çıkarırsa, istediklerini yapmazsa, hayvanını orada otlatamaz.
Sizin o listeden nasıl haberiniz oluyordu?
- Çünkü göçerler o listeyi bana getiriyorlardı. Ben de diyordum ki, “Şunları götür, şunları götürme.” Ne ister terörist? Et istemiyorlar, çünkü etraf hayvan dolu. Un, tuz, şeker, çay, tütün ve toz içecek... Bir de pil istiyorlar, çünkü telsizlerini şarj etme şansları yok, ayrıca mayın yaparken de lazım. Onları göndermiyorduk. Spor ayakkabı da istiyorlar, o da yok, arkadaşlar arazide ızdırap çeksinler...
Unu, şekeri niye yolluyordunuz?
- Oradaki göçerin yaşamak için de PKK’ya bir şey vermesi lazım. Vermezse yaşatmazlar...
Peki siz erzakların bırakıldığı yere pusuya yatarak mı onları ele geçiriyordunuz?
- Öyle olmuyor işte. Terörist diyor ki göçere, “Falan çeşmeyi biliyor musun? Onun solunda bir oyuk var, oraya bırak, üzerini taşla kapat, biz lazım olunca alacağız.” Sen oraya gidip pusu kurmaya çalışırsan şu olur: Bir gece beklersin, iki gece beklersin, emin ol gündüz ya da bir sonraki gece, onlar seni ziyarete gelir...
Nasıl yani?
- O arkadaşlar bu sefer gelip seni rahatsız ederler! Çünkü o bölge, insanların yaşadığı bir bölge değil, boş bir alan ve sen fazlalıksın. Kabak gibi meydana çıkarsın, bekleyemezsin. O da o yüzden “Sen koy, ben alırım” diyor. Göçer dahil kimsenin olmadığı zamanda gelip, alıyor.