Güncelleme Tarihi:
Yazan: Howard Zinn
Çeviren: Özüm Özgülgen
Yöneten: Genco Erkal
Dramaturgi: Asaf Köksal
Giysi Tasarım: Özlem Kaya
Oynayan: Genco Erkal
Yönetmen Yardımcısı: Serdar Bordanacı
"Komünist Manifesto’yu ilk okuduğumda 17 yaşındaydım. Komünist Manifesto’yu bana verenlerin oturduğumuz işçi sınıfı mahallesinin genç komünistleri olduğundan eminim! Üzerimde derin bir etki bıraktı, çünkü kendi yaşamımda, ailemin yaşamımda gördüğüm her şey ve 1939’da ABD’nin içinde bulunduğu koşulların açıklaması yapılıyor, tarihsel nedenleri gösteriliyor ve güçlü bir analizin ışığıyla aydınlatılıyordu.
Babam Avusturya’dan gelmiş Musevi bir göçmendi. İlkokul dörtten terkti. O kadar çok çalışmasına rağmen eşine ve dört oğluna güç bela bakabildiğini görüyordum. Bu arada annemin de karnımızı doyurmak, üstümüze giyecek bir şeyler alabilmek ve hastalandığımızda bakımımızı sağlayabilmek için gece-gündüz çalıştığının farkındaydım. İkisinin de yaşamı sonu gelmeyen bir hayatta kalma mücadelesinden başka bir şey değildi. Ama aynı zamanda şunu da biliyordum ki, bu ülkede inanılmaz zenginlikte insanlar da vardı. Ve onlar hiç de annem babam kadar çok çalışmıyordu. Sistem adaletli değildi. 1930’ların ‘Büyük Bunalım’ yıllarında, etrafımdaki bütün aileler yoksulluk ve sefalet içinde kıvranıyordu ama bu, onların suçu değildi. Kiralarını ödeyemiyorlar ve eşyaları ev sahipleri tarafından dışarı atılıyordu. Kanun da onların karşısındaydı. Gazetelerden öğrendiğim kadarıyla tüm ülkede durum buydu.
Çocukluğumdan beri iyi bir kitap okuyucusuydum. 13 yaşımdan o güne dek Charles Dickens’ın romanlarının çoğunu okumuştum ve bu romanlar içimde haksızlığa karşı bir başkaldırı uyanmasını sağladı. Kanunu da arkasına alan işverenlerin gaddarca davranışlarına maruz kalan insanlara yakınlık duyuyordum. 1939’a geldiğimizde ise John Steinbeck’in Gazap Üzümleri’ni okudum ve bu duygularım iyice güçlendi. Artık karşıma aldıklarım bu ülkedeki zenginler ve güçlülerdi.
Manifesto’da Marks ve Engels (Marks 30, Engels 28 yaşındaydı ve Engels daha sonra yazılanların çoğunun Marx’a ait olduğunu söylemişti) aynen benim yaşadıklarımı tanımlıyorlardı. Okuduklarım, gördüklerim, 19. yüzyıl İngiltere’sinin bir örneği ya da ‘Büyük Bunalım’ zamanının Amerika’sı değil, kapitalist sistemin ta kendisiydi. Bu sistem modern dünyada kemikleşmiş olduğu gibi, sonsuza dek sürmek zorunda değildi. Tarihin belli bir aşamasında ortaya çıkmıştı ve bir gün sahneden çekilecekti. Yerini sosyalist bir sistem alacaktı. Doğrusu bu, ferahlatıcı bir düşünceydi.
“Bugüne kadar varolan tüm toplumların tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir” diyorlardı Manifesto’nun ilk sayfalarında. Böylece zenginler ve yoksullar bireyler olarak değil sınıflar olarak karşı karşıya geliyorlardı. Bu durum aralarındaki çatışmayı muazzam bir hale getiriyordu. Manifesto aynı zamanda işçilerin ve yoksulların adalet arayışlarında onları birbirine bağlayan bir şeyler olduğunu söylüyordu. Bu ortak nokta ikisinin de emekçi sınıfa dahil olmalarıydı.
Peki bu sınıfların mücadelesinde devletin görevi neydi? “Adalet önünde herkes eşittir” sözü kamu binalarının alınlıklarına kazınmıştı. Ancak Manifesto’da, Marx ve Engels şöyle diyordu: “Modern devletteki hükümet tüm burjuva sınıfının ortak işlerini yürüten bir komiteden başka bir şey değildir.” Ürkütücü bir fikir sunuyorlardı; devletin işleyişi tarafsız değildi ve tersine tüm iddialarına rağmen kapitalist sınıfa hizmet ediyordu.
17 yaşındayken birden bu söylenenlerin tümünün gerçek olduğuna tanıklık ettim. Komünist arkadaşlarım beni Times Meydanı’ndaki bir gösteriye götürdüler. Savaşa, faşizme karşı olan yüzlerce insan pankart açmış caddede yürüyordu. Önce sirenleri duydum, ardından silahlı polisler kalabalığa saldırdı. Bir sivil polisin darbesiyle bayılmıştım. Kendime gelip kafamı toparlamaya başladığımda zihnimde sadece tek bir düşünce vardı: Polis, devlet, büyük servet sahiplerinin istediğini yapıyordu. Ne kadar ifade ve toplanma özgürlüğüne sahip olduğun hangi sınıfa ait olduğuna bağlıydı.
18 yaşındayken Brooklyn’de bir tersanede gemi montajı işinde çırak olarak çalışmaya başladım. İşimiz savaş gemilerinin gövdesine çelik plakaları çivileyerek ve kaynak yaparak yerleştirmekti. Ben çoktan sınıf bilincimi kazanmıştım. Tersanede benim gibi üç genç işçi daha buldum ve dördümüz sendikalı olmayan çırak arkadaşlarımızı örgütlemeye giriştik. Aynı zamanda haftada bir buluşup Marx ve Engels’in eserlerini okumayı da kararlaştırdık.
İşte Marx’la ilk tanışmam böyle olmuştu. İkinci Dünya Savaşı’nda Sekizinci Hava Kuvvetleri’nde bombardımancı olarak askerlik yaptıktan sonra Asker Hakları Bildirgesi’nden yararlanarak, karım ve iki çocuğumun desteğiyle üniversiteye gittim ve master yaptım. Marx’la ilk tanışmamdan yıllar sonra Güney’de Spelman College’da tarih ve politika dersleri vermeye başladım. Spelman’da yedi yıl çalıştıktan sonra Boston Üniversitesi’nden gelen bir teklifi kabul ettim ve kuzeye taşındım. Politik teori derslerimde Marx ve Engels’in yazdıklarına ciddi bir biçimde eğiliyordum.
1965 yılından (Vietnam Savaşı’nın ciddi bir şekilde kızıştığı yıl) 1975’e (Saygon hükümetinin teslim olduğu yıl) kadar savaş karşıtı hareketin tam olarak içindeydim ve yazılarım çoğunlukla savaşla ilgili konular üzerine yoğunlaşmıştı. Savaş sona erdiğinde kendimi başka şeyler yapma konusunda özgür hissettim ve Emma Goldman hakkında bir oyun yazdım. Bu oyun Boston’da, New York’ta ve yıllar sonra da Londra ve Tokyo’da oynandı. Oyunun sahnelerinden birinde, genç New York devrimcileri Doğu yakasının aşağılarındaki bir kafede Marx’ın ve Bakunin’in fikirlerini karşılaştırarak tartışıyorlardı.
Bu düşünürlerin kişisel yaşamları çok ilgimi çekiyordu. Emma Goldman’ın otobiyografisi Living My Life, sadece politikada değil, aynı zamanda cinsel alanda da bir isyankar olarak sürdürdüğü yaşamının saf bir aktarımıydı. Marks otobiyografisini yazmadı ama özel yaşamı hakkında bilgiler veren çeşitli biyografilere baktım. Dahası, kızı Eleanor Marx’ın Yvonne Kapp tarafından yazılan biyografisinde Marx ailesinin Londra’daki yaşamına dair birçok ayrıntı vardı.
Karl Marx art arda Avrupa kıtasındaki ülkelerden sürülünce Jenny ile birlikte Londra’ya taşınmıştı. Pis ve yoksul bir semt olan Soho’da oturuyorlardı ve Avrupa’nın her yerinden gelen devrimciler eve girip çıkıyordu. Sahneyi hayal edebilirsiniz; Marx evinde, karısı Jenny ve kızı Eleanor’la oturuyor. Bu beni çok heyecanlandırıyordu.
Emma Goldman üzerine yazdığım oyunla ilgili yaşadığım mutluluklar beni tiyatro dünyasına itti ve Karl Marx’la ilgili de bir oyun yazmaya karar verdim. Marx’ı, çok az kişinin bildiği bir şekilde, karısına ve çocuklarına bakmak için uğraşıp didinen bir aile babası olarak göstermek istedim. Çocuklarının üçü çok erken ölürken, üç kızı da uzun yaşamıştı.
Bu arada izleyicinin Marx’ı, fikirlerini saldırılara karşı savunurken görmesini istedim. Karısı Jenny’nin müthiş bir düşünür olduğunu biliyordum ve zaman zaman Marx’a karşı çıktığını hayal ettim. Kızı Eleanor’un zeki ve parlak bir çocuk olduğunu da biliyordum ve onu da babasının en sofistike fikirlerinden bazılarına karşı çıkarken görebiliyordum. Marx’ın düşüncelerini anarşist bir açıdan eleştirmenin iyi olacağını düşündüm ve Bakunin’in onu evinde ziyaret ettiği hayali bir olay ekledim. Bakunin ve Marx birbirlerini tanımalarına ve Uluslararası İşçi Birliği’nde, Birinci Enternasyonal’de birbirlerinin azılı muhalifleri olmalarına rağmen gerçekte Bakunin’in Marx’ı ziyaret ettiğine ilişkin herhangi bir bilgi yoktur.
Marx üzerine söylenenlerde bir eksiklik daha olduğunu düşünüyordum. Daima Marx’ın bir düşünür ve teorisyen olarak öneminden söz edilirdi. Marks’ın aynı zamanda bir devrimci olarak da çok aktif olduğunu biliyordum. Önce Almanya’da devrimci bir gazeteciydi, daha sonra Paris’teki İşçi Birliği’nde ve Brüksel’deki Komünist Birliği’nde çalıştı. 1848’deki Avrupa devrimleri sırasında Rhineland’da aktif olarak görev almış, bunun sonucunda da yargılanmış ve mahkemede yaptığı dramatik bir konuşmadan sonra suçsuz bulunmuştu. Londra’ya sürülmesinden sonra Uluslararası İşçi Birliği’yle İrlanda’nın özgürlüğü için, 1871’de de Paris Komünü’nü desteklemek için çalışmıştı.
Bu yıllarda yazdıkları sadece Kapital’deki gibi ekonomi politik üzerine teorik makaleler olmakla kalmayıp politik olaylara anında tepki gösteren yazılar da olmuştur. 1848 devrimlerinde, Paris Komünü sırasında ve tüm Avrupa’da işçi mücadelelerine destek veren yazılar yazmıştır. İşte sahnede Marks’ın bu yanını göstermek istedim: Tutkulu ve kendini davaya adamış bir devrimci. Yazdığım oyunda, Marx, karısı Jenny ve kızı Eleanor, dostu Engels ve siyasi rakibi Bakunin gibi karakterler vardı. Boston’da çok iyi tepkiler alan bir okuması yapıldı ama bu beni tatmin etmedi. Sonra bunu tek kişilik bir oyuna dönüştürmek için başına oturdum.
Karım Rosyln yazdıklarımı hep çok olumlu bir şekilde eleştirmiş, çok iyi değerlendirmiştir. Karım beni, oyunu Marx ve Avrupa’nın 19. yüzyıldaki haliyle ilgili tarihsel bir eser olmasındansa, daha çok günümüzle ilgili bir şeye çevirmem için kışkırttı durdu. Bu konuda haklı olduğunu biliyordum. Bu fikirle bir süre cebelleştikten sonra, Marx’ın bir tür fantezi olarak, her neredeyse oradan günümüze döndüğü bir oyun fikri aklıma geldi. Dahası Amerika’ya gelecekti. Böylece sadece 19. yüzyıl Avrupa’sında kalan yaşamı üzerine değil, aynı zamanda bugün burada (Amerika’da) olanlar hakkında da yorumlar yapabilecekti. Yetkililerin, her kimse, Marx’ı yaşadığı yer olan Londra’daki Soho’ya göndermeleri gerekirken, bürokratik bir hata sonucu New York’taki Soho’ya göndermelerine karar verdim.
Tek kişilik bir oyun olsa da, Marks’ı, hatıraları, yaşamındaki önemli insanlar, özellikle karısı Jenny ve kızları Eleanor yoluyla yaşama döndürecektim. O da anarşist Bakunin’i getirecekti. Hepsi de farklı şekillerde eleştiriden kaçmak için Marx’ın fikirlerini kabul edecekti. Karşıt görüşlerin diyalektiği Marx’ın kendi aktarışlarıyla sunulacaktı.
Bu oyunu, Sovyetler Birliği’nin çöküşünün neredeyse evrensel bir biçimde popüler medyada ve siyasi elit arasında sadece “düşmandan kurtulduk” şeklinde değil, aynı zamanda Marks’ın fikirlerinin de yanlış çıktığı yolunda güçlenen fikirlere yol açtığı bir zamanda yazdım. Kapitalizm ve “serbest piyasa” zafer kazanmıştı. Marksizm başarısız olmuştu. Marx bu kez gerçekten ölmüştü. Ancak şunu hatırlatmanın önemli olduğunu düşünüyorum: “Marksist” olduğunu iddia eden ama polis devleti kuran ülkelerden ne Sovyetler Birliği, ne de başka bir ülke Marks’ın sosyalizm anlayışını hayata geçirebilmişti. Ben, Marx’ın teorilerinin çarpıtıldığını gördüğü için öfkelendiğini göstermek istedim. Marx’ı sadece dünyanın farklı yerlerinde baskıcı düzenler kuran o sözde sosyalistlerden değil, aynı zamanda kapitalizmin zaferini kutlayan Batı’daki tüm politikacı ve yazarlardan da kurtarmanın gerekli olduğunu düşündüm.
Marx’ın kapitalizmin eleştirisinin günümüzde de temelde hala geçerli olduğunu göstermek istedim. Yaptığı analizler her gün gazete manşetlerinde doğrulanıyor. Bugün çok daha vahim durumda olan, kendi zamanındaki teknolojik değişimin erişilmez hızını ve yarattığı kaosu görmüştü. “Üretimin sürekli devrimcileşmesi, tüm sosyal konumların istikrarsızlığı, sonu olmayan belirsizlik ve endişe burjuva dönemini tüm önceki dönemlerden ayırıyor. Hepsi durağanlaşan, hızla donan ilişkilerdeki eski önyargılar ve görüşler terk edilmiş, tüm yeni fikirler kemikleşmeden eskiyor. Somut olan ne varsa eriyip havaya karışıyor.” İşte Manifesto’da böyle diyordu.
“Küreselleşme” dediğimiz şeyi Marx çok açık bir şekilde görmüştü. Yine Manifesto’da şöyle diyordu: “Ürünler için sürekli genişleyen bir pazara ihtiyaç duyulması burjuvazinin dünyanın her köşesine dağılmasına neden olur. Her yerde bir yuva yapmak, her yerde yerleşmek ve her yerde bağlantılar kurmak ister... Eski yerel ve ulusal yalnızlığın ve kendi kendine yetmenin yerini her yöne doğru ulaşan ilişkiler ve ulusların birbirine bağımlılığı alır.” Amerika Birleşik Devletleri’nin son yıllarda yaptığı “serbest ticaret” anlaşmaları dünya üzerinde sermayenin özgürce akışını sınırlayan ne varsa kaldırmak için bir girişimdir. Bu da kapitalistlere dünyanın her yerindeki insanları sömürme hakkını verecektir.
Oyunda Marx’ın okuduğu gazete başlıkları onu pek şaşırtmaz. Bugün de daha geniş bir alanda devam eden büyük şirket birleşmelerini görür. Zengin ve yoksul arasında giderek büyüyen uçurumu görür. Bu sadece her ülkenin kendi içinde geçerli olan bir şey değil. Zengin ülkelerin ve yoksul ülkelerin halkları arasındaki uçurum ise durumu daha da dramatikleştiriyor.
Marx’ın eserlerinin büyük çoğunluğu kapitalizmin eleştirisidir. Sosyalist bir toplumun nasıl olacağından çok az söz eder. Ama kapitalizm için söyledikleri üzerinden başka bir toplum hayal edebiliriz; sömürünün olmadığı, insanların doğayla, yaptıkları işlerle, birbirleriyle ve kendileriyle barışık yaşadığı bir toplum. 1871 Paris Komünü’nün ancak birkaç ay süren ömründe yarattığı toplumu pırıltılı sözlerle tanımlarken, Marx gelecek hakkında da bazı ipuçları veriyordu. Oyunda bu vizyonu vermeye çalıştım.
Marx’ın Dönüşünü’nü okuyanlar olayların ve olguların tarihsel açıdan ne kadar gerçek olduğunu merak edebilir. Marx’ın yaşamıyla ilgili olanların yanı sıra göndermede bulunulan tarihsel olaylar gerçektir: Jenny ile yaptığı evlilik, Londra’ya sürülmesi, üç çocuğunun ölmesi, zamanın politik çatışmaları, İrlanda’nın İngiltere’ye karşı direnişi, Avrupa’daki 1848 devrimleri, Komünist Hareket, Paris Komünü. Haklarında konuştuğu ana karakterler de gerçektir: Aile üyeleri, dostu Engels, rakibi Bakunin. Diyalogları ben yazdım ama karakterlerin kişiliklerine ve düşüncelerine sadık kalmaya çalıştım. Ancak Marx’ın Jenny ve Eleanor’la girdiği ideolojik çatışmalarda hayal gücümü kullandım tabii. III. Napolyon’un tasviri gibi birkaç sahnede de Marx’ın kendi sözcüklerini kullandım.
Umarım Marx’ın Dönüşü sadece o zamanları ve Marx’ın yerini aydınlatmakla kalmaz, bugünlere ve bizim bulunduğumuz yere de ışık tutar."
Oyun metnine Howard Zinn’in yazdığı önsözden kimi bölümleri sunuyoruz burada. Yazının tümünü Aykırı Yayınları’nın “Marx’ın Dönüşü” adlı kitabında bulabilirsiniz.