Helikopter Türkiye’de yaygın bir taşıma aracı olmadığı için, onunla havada süzülenlerin sayısı pek fazla değildir. Uçakların gökyüzündeki görüntülerini kanıksamışızdır ama bir helikopter geçerken, başımızı yukarı çevirip, onu gözden kayboluncaya kadar izleriz. Bana “helikopter böcekleri”ni çağrıştırır. Dörtlü zar kanatlarıyla etrafta uçuşlarını görünce, bir bilimkurgu filmindeki dev adama benzetirim kendimi. Helikopterlerin hücumuna uğramış, kurtulmak için elindeki silahı püskürten bir dev. Elimdeki silah, bakkaldan aldığım böceksavardır aslında. Helikopterler bir de Wagner’i anımsatır bana. İzlediğim bir filmde, Wagner müziği eşliğinde, hücuma hazırlanan helikopter filosunun görüntüsü gelir aklıma hep. Geçen onca yıla rağmen, bu sahneyi ve müziği neden unutmadığımın yanıtını bugüne kadar bulamadım.
Helikopter anım o kadar az ki, onun için hiçbirini unutmuyorum galiba. İlk kez İran-Irak savaşında, Irak cephesinde binmiştim. Tatsız bir deneyimdi. İkincisi İskoçya’daydı. Havadan yeşil tepeleri aşmak müthiş keyif vermişti. Üçüncü yolculuğumu Alaska’da, ıssız, vahşi dağların üstünde yapmıştım. Beyaz boyunlu, kahverengi kartallarla yan yana uçmak, tarifi olanaksız duygularla kaplamıştı benliğimi. Son yolculuğumu İstanbul-Çanakkale arasında yaptım. Gelibolu Yarımadası’nda, Alçıtepe’deki Doluca bağlarını görüp, asmalar hakkında bilgi alıp, yaklaşan bağbozumunda sepetleri dolduracak üzümlerin nasıl olgunlaştığını gözleyecektim. Sabah gidip akşam döneceğimiz için, helikopter seçilmişti. Helikopterde karşılıklı dört deri koltuk vardı. Kulaklığı taktığınızda tüm sesler kesiliyor, kabinde bu kulaklıklar aracılığıyla haberleşebiliyordunuz. Ayrıca çevredeki uçakların pilotlarının, kule ile yaptıkları konuşmayı da dinleyebiliyordunuz.
GÖKYÜZÜ DÜŞÜNCELERİYerden 400-500 metre yükseldik. Florya’yı,
Atatürk’ün köşkünü, kuşların gözüyle gördük. Can çekişen Küçükçekmece Gölü’nün, bu yükseklikten ne kadar temiz, güzel göründüğüne şahit olduk. Avcılar açıklarında yük bekleyen gemilerin duruşlarına bakarak, rüzgârın lodostan estiğini belirledik. Sonra Marmara’nın ortasına doğru uçmaya başladık. O sırada, biraz ilerimizde uçan bir martı takıldı gözüme. Kanat çırpmadan süzülüyordu. O an Marmara’ya martıyla aynı açıdan baktığımızı fark ettim. İşte o zaman martıların ne kadar şanslı olduğunu kavradım. O yükseklikten her şey öylesine güzel görünüyordu ki!
Marmara Adası’na kadar sadece denizi seyrettim. Adanın kıyılarındaki masmavi suları görünce, canım yüzmek istedi birden. Radar Tepesi’nin üstünden geçerken adanın tavşanlarını anımsadım. Şimdi bir çizgi gibi gördüğüm yollarda giderken önümden tavşanlar ok gibi fırlayıp, çalıların arasında kayboluyordu. Sonra Saraylar Köyü’ndeki mermer ocakları göründü. Marmara Adası’nda asırlardan beri, dünyanın en kaliteli mermerleri çıkarılıyordu. Ocakları ilk görüşümde ürkmüştüm. Ama kuşbakışı görünüşleri daha sakindi.
Çınarlı Köyü’nün üstünden uçarken, asırlık çınarlar aklıma geldi. Vapurdan indiğimde karşıma çıkan çınarlar öylesine büyüktü ki, o an kendimi ünlem işaretinin altındaki nokta gibi hissetmiştim. Halbuki şimdi o dev çınarlar gökyüzünden, birer bonzai gibi görünüyorlardı. O an aklıma alakasız başka bir soru takıldı: Martılar neden ağaçlara değil de çatılara konuyordu?
MARMARA’NIN ADALARI
Gözlerim biraz ötedeki Kapıdağı Yarımadası’nı aradı. Pusun altında hayal meyal görünüyordu. Hayranı olduğum bu coğrafyanın, martı gözüyle nasıl göründüğüne tanık olamamak beni üzdü.
Biraz ilerideki Avşa’da, sahillerin tıklım tıklım olduğu bu kadar yüksekten bile belliydi. Başbakan’ın gözde adası Ekinlik’in üstünden geçerken, dikkatle bakmama rağmen çekici pek bir şey göremedim. Paşalimanı, Koyun ve Zeytinli adalarını geride bırakırken, Marmara’nın bu kesiminin gökyüzünden çok güzel göründüğüne karar verdim. Tüm bu adaları bir bakışta ancak martılar görebilirdi.
Sonra Çanakkale Boğazı’nın girişi göründü. Altımızdaki tepeler çam ağaçlarıyla kaplanmış, aralarında patikalar yılan gibi kıvrıla kıvrıla gidiyordu. Önce Lapseki’yi gördüm. Karşıdaki Gelibolu’yu tam olarak seçemedim. Ormanların içindeki yalnız evler, gökyüzünden bakınca çok davetkâr görünüyorlardı. Herkesten uzakta, sessiz ve huzur dolu! Gerçek, yukarıdan göründüğü gibi miydi acaba?
Çanakkale, tüm kalabalığıyla karşıma çıktı. Tanıdığım mekânları bulmaya çalıştım. Örneğin denizin hemen kıyısındaki Yalova Restoran’ı seçtiğimde, aklıma yediğim lezzetli balıklar düştü. Boğaz’ı geçip, her santimetrekaresinde bir kahramanlık öyküsü, bir acı anı bulunan Gelibolu Yarımadası’na, yine beyaz martının baktığı gibi baktım.
Helikopter denizin kıyısındaki çimenliğe inerken, bunca yıldan beri tanıdığım coğrafyayı ilk kez görüyormuşum gibi şaşkındım. Kuşların neden mutlu mutlu cıvıldadıklarını bir kez daha anladım. Çünkü gökyüzünden bakınca, yeryüzünün çirkinlikleri onların gözüne çok batmıyordu. Yani kuşlar hep güzel şeyleri görüyordu.
Rüzgârla oynaşan asmalar
Doluca firması Gelibolu Yarımadası’nın Alçıtepe mevkiinde 620 dönümlük bağ kurmuş. Gezerken, bağcılığın ne kadar zor, bilgi ve emek isteyen, insanı sabra alıştıran bir iş olduğunu öğrendim. İki yıl önce de rahmetli Güven Nil’in Sarafin bağlarını gezmiş, çok etkilenmiştim. Nil, bu bağları 1990’ların başında dikmiş, 1998’de Doluca Şarapları’nın sahibi Ahmet Kutman’la ürettikleri Sarafin Şarapları’nı piyasaya sürmüştü. İkili, bu şarapla Türkiye’deki kaliteli şarap üretiminin öncüsü olmuştu.
Önce bir tepede durup bağları seyrettik. Yeşil denizin yarısı yamaçta, yarısı tabandaydı. Saroz ve Boğaz’ın rüzgârlarıyla dalgalanıp duruyordu. Bildiğim kadarıyla bu rüzgâr, toprak kadar önemliydi. Denizin yüzünü okşayarak serinleyen esinti, asmaları okşayıp, üzümlerin kızgın güneş altında hızla olgunlaşmasına mani oluyordu. Rüzgâr sayesinde toprağın derinliklerindeki lezzet, damla damla tanelerde birikiyordu.
DOĞUDAN BATIYAAhmet Kutman, Alçıtepe’ye 2001-2002’de önce Cabernet Sauvignon ve Şiraz üzümleri dikmişti. 2003-2004’te sıra Grenache cinsine gelmişti. 2008’de ise bağlar, Elazığ’ın ünlü Öküzgözü ile tanışmıştı. Kutman, ısısı ve yağmuruyla bölgenin Elazığ iklimini andırdığını, buradaki topraklarda Öküzgözü’nün daha da kişilik kazanacağını öne sürdü. Sonra bağcılık ve şarapçılıkla ilgili bir çok detay verdi. Bunları dinledikçe, küçük bir bağ alıp, şarabımı üretme hayalimden giderek uzaklaştım. Bağcılığın gerçekleri, romantik düşlerimle hiç çakışmıyordu. Örneğin salkım azaltmayı ölçülü yapmak zorundaydınız. İşin ucunu kaçırırsanız, kalanların taneleri büyüyor, şıranın lezzeti kaçıyordu. Seyreltme olgunlaşmayı da hızlandırıyordu. Halbuki olgunlaşma ne kadar yavaş olursa kalite o kadar yükselirdi.
BAĞ ARASINDA ZİYAFET
Büyümeyi önlemek için budamayı ihmal etmemek gerekiyordu. Azot ve su asmanın hızlı büyümesini sağlıyordu. Bunu engellemek için sıra aralarına fiğ, buğday, arpa ekilmeliydi. Yani, bağcılık çok zahmetli bir işti. Konuşmanın sonunda, kendi şarabımı üretme sevdasından tamamen vazgeçtim. Nasıl olsa market raflarında üretilmişleri vardı.
Sonra bağların arasında kurulmuş olan sofraya geçtik. Boğaz’daki Four Seasons Oteli’nin İtalyan şefi Fabio Brambilla, kuş sütünü dahi ihmal etmemişti. Bu muhteşem ziyafete, Alçıtepe Cabernet Sauvignon-Şiraz ile Signium şarapları eşlik etti. İkisi de çok lezzetliydi ama benim aklım 2007 rekoltesi olan Alçıtepe’de kaldı. Daha çok genç olmasına rağmen, üzümlerin tüm lezzetini yansıtıyordu. Dönüşte, helikopter aynı rotayı izledi. Bu kez görüntüler gözüme daha da hoş göründü nedense!..