Güncelleme Tarihi:
“Aşk ve tutku benim hayatımda daha önemli’ diyen Sükan, sanattan beslenen bir insanın mantık karşısında aşk ve tutkuyu seçmemesinin mümkün olmadığını da ekliyor
Türkiye’de moda ve vintage denince akıllara gelen ilk isim hiç kuşkusuz Ece Sükan. Şimdilerde ‘Aşk Yakar’ dizisiyle Kanal D ekranlarında izlediğimiz Sükan ile Nişantaşı’ndaki mağazasında buluştuk. Modadan yola çıktık, podyumlarda ilerledik, eğitimciliğinden oyunculuğuna kadar geldik...
Ece Sükan’ı son zamanlarda ‘Aşk Yakar’ dizisiyle konuşuyoruz ancak Ece Sükan denilince akıllara oyunculuktan çok moda ve vintage geliyor. Söze modadan başlamadan önce, üniversite yıllarınıza gitmek istiyorum. ODTÜ’de psikoloji okumuşsunuz. Modaya ilginiz ne zaman başladı?
Hep vardı aslında. Şimdi geriye dönüp baktığım zaman ortaokulda da, lisede de ilgimin olduğunu görüyorum. Çok bilinçli olarak moda takibi değildi benimki ama giyinmeyi seviyordum. Değişik aksesuarlar kullanırdım mesela. Ankara’da çok fazla mağaza olmamasına rağmen pasajların enteresan yerlerinde enteresan butikler keşfederdim. Annem tiyatro oyuncusudur. Annemle beraber oynadığı oyunlara gittiğimde vaktimin çoğunu kuliste geçirirdim. O kostümleri çok severdim. Okula giderken bile formama bir şeyler yapardım muhakkak. Üniversite bittikten sonra İstanbul’a taşınmaya karar verdim. Modayla ilgili bir şeyler yapmak istiyordum. Psikolojiyi çok seviyorum ama gün olur master’ımı yapıp psikolojiye dönerim dedim. Moda ve dergilerle ilgili bir şey yapmak istedim.
New York’a gitmeniz ve orada bir süre kalmanız moda açısından önemli bir yer teşkil ediyor olmalı hayatınızda. Neler yaptınız New York’ta?
New York’ta aslında çok beslendim. Algılarım çok açık gittim. Bir şeye nasıl bir niyetle başlar ve ne almak üzere giderseniz, o olur. O yüzden orada geçirdiğim her gün bir şeyler öğrendim. İlk etapta kendime hemen bir fotoğraf makinesi aldım ve her günümü fotoğrafladım. FIT’nin (Moda Teknoloji Enstitüsü) styling derslerine gittim. Benim Türkiye’de iki senelik bir Marie Claire portfolyom vardı. Oradan ders almak için görüşmeye gittiğimde okulun bölüm başkanı beni ilk derse konuk hoca olarak sokmuştu. Portfolyoma inanamamışlardı. Türkiye’den de böyle bir şey beklemiyorlardı. Bir yandan restoranda hosteslik yapıyordum, bir yandan da Türkiye’den bağlantılarımı koparmamak ve orada yaptığım çekimlerin Türkiye’de yayımlanması için uğraşıyordum. Sonra W Hotel’lerin imaj çekimleri için beni istediler. O zaman yanımda asistan yok, hiçbir şey yok. New York’ta nasıl kıyafet alınır derken ürün toplayıp iyi bir çekim çıkarmıştım. Sürekli vintage ile alakalı dergi ve kitap almak için kitapçılara gidiyordum. Saatlerce vakit geçiriyordum oralarda. Orada ünlü isimlere de rastlıyorsunuz. Çünkü herkes eski kitaplardan ilham alıyor. Orada güçlü bağlantılar kurmuştum.
Ne kadar devam ettiniz moda editörlüğüne?
Türkiye’ye döndükten sonra da devam ettim, hâlâ da devam ediyorum. Eskiden daha yoğundum ve daha çok bağlıydım dergiye. Son birkaç senedir dışarıdan yapıyorum. Hâlâ Marie Claire’e çekim yapıp yolluyorum,
iki-üç ayda bir. Yoğunluk azaldı sadece. Kopmadım. Firmalara, katalog ve kampanyalara da çekimler yapıyorum.
Türkiye’ye döndüğünüzde kendinizi nerede buldunuz?
Burada da bir anda ivme yakaladım. Orada kendimi öyle güzel beslemiştim ki, enerjim burada da algılandı. Belki de ihtiyaç vardı. Burada işlerim daha çok ilerledi. Pişmiş olarak gelmiştim çünkü. Hem modellikte hem editörlükte. Bazen düşünüyorum, orada kalsaydım da çok başarılı olurdum. O network’ün içine girdim ve gördüm çünkü. İyi ki dönmüşüm çünkü burada da yapmak istediklerimi yapabileceğim bir yol açıldı önüme.
İstanbul’un en gözde semti olan Nişantaşı’nda bir vintage mağazanız var. Bu mağazayı açmaya nasıl karar verdiniz?
Çok spontane bir karardı. Bana bundan üç sene evvel Nişantaşı’nda bir mağaza açacağımı söyleseniz “Yok canım ne işim olur mağazada?” derdim. Ama belli olmuyor işte. Ben kendi kendime kıyafet ve aksesuar topluyordum. Çünkü bir moda editörü için önemlidir böyle şeyler; bir gün bir çekimde mutlaka lazım olur. Evim buraya çok yakın. Haftalarca bu dükkanın camında kiralık ilanı asılı kaldı. Gelip geçip ilana bakıyordum. Fiyatını sormadım bile çünkü biliyorum ki çok pahalı burada kiralar. Ama bu dükkan beni bekledi resmen. Böyle bir yerin iki-üç hafta beklemesi imkansızdır çünkü. Bir gün üşenmedim telefon açtım. Çok uygun geldi fiyatı. “Ee, hadi bari” deyip gözümü kararttım. Çok düşününce yapılacak bir iş değil aslında. Çok detaylı düşünseydim vazgeçerdim. Benim yaptığım iş, ticaret işi değildi. Demek ki düşünmeden girmem doğruymuş.
Dünyadaki vintage çılgınlığını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Çok olumlu değerlendiriyorum. Çünkü artık eğilim o yönde. İnsanlar artık bireyselliğini arıyor modada. Herkes her şeyi alabiliyor, giyebiliyor. Biraz para biriktirir, alırsın. O markaları giymek zor bir şey değil. Önemli olan New York, Paris, Londra gibi gelişmiş moda şehirlerinde vintage giyme isteği ön plana çıkıyor. Çünkü o zaman sen bireyselliğini ön plana itiyorsun. Bu da en büyük stil sırrıdır hayattaki. O zaman ne oluyor, sürüden ayrılıyorsun. Modanın dikte ediciliğine karşı durabiliyorsun. Moda bu sene mini etekse ben giymeyeceğim, uzun vintage elbisemi giyeceğim diyorsun. Gelişmiş moda şehirlerinde insanların üstünde aynı şeyleri görmekten sıkılmışlar.
Sizce Türkiye ne durumda, ikinci el eşyalar çok rağbet görüyor mu? Daha çok kimler tercih ediyor ikinci elleri?
Bizde maalesef yolu var hâlâ bu işin. Çünkü hâlâ belli bir çantayı takmak bir statü sembolü belli bir kesim arasında. Bu aşılamıyor daha.
BU RÖPORTAJIN DEVAMI HAFTA SONU DERGİSİNDE...