Hayatımın en sert romanı

Güncelleme Tarihi:

Hayatımın en sert romanı
Oluşturulma Tarihi: Kasım 14, 2014 01:06

Yazar Canan Tan, yepyeni bir hikayeyle okurla buluştu. Yeni romanında “Pembe ve Yusuf”un hikayesini anlatan Tan, “Bugüne kadar yazdığım en sert roman buydu” diyor.

Haberin Devamı

Yeni kitabınız hayırlı olsun. Neden “Pembe ve Yusuf”un hikayesini anlatma ihtiyacı hissettiniz?
- Pembe ve Yusuf birbirine çok bağlı iki kardeş ama şartlar onları hiç umulmadık bir noktaya getiriyor. Gözlemlerime dayanarak toplumumuzda pek çok Pembe ve Yusuf olduğunu biliyorum. Uzun yıllar Güneydoğu Anadolu’da yaşadım, bu tür olayların çokça yaşandığına tanık oldum. Aslında bu hikaye yıllar öncesinden içimde oluşmaya başlamıştı ama sürekli ertelemiştim.

Neden?

- Editörlerim töre cinayetlerini konu alan bir kitap yazmamı önermişlerdi. Üstelik hikayem kafamda hazırdı. Ancak okur kitlem yazdıklarımdan çok fazla etkilenebiliyor. Ters bir şey olursa hırpalanırım diye düşünüp bir süre ertelemeye karar verdim. Daha sonra bu hikayeyi “Issız Erkekler Korosu” kitabımda bir bölüm olarak kaleme aldım. Her geçen gün artan kadın cinayetleri ise sonunda beni bu hikayeyi yazmaya zorladı.

Sizin de söylediğiniz gibi kitabın son bölümünde konudan bağımsız gibi görünen ama aslında çok da ilgili olan “Issız Erkekler Korosu” karşımıza çıkıyor. Bu iki hikayeyi aynı kitapta buluşturma fikri nasıl oluştu?
- Bu kitapta her ne kadar bir töre cinayetini ele alsam da törelere karşı değilim. Töreler, geleneğimiz ve göreneğimizdir. Türk halkının yaşam biçimini belirleyen kavramlardır ve içinde cinayet falan yoktur. İnsanlar, “namusumu temizleyeceğim” diye işlerine geldiği gibi hareket ediyorlar. Benim bu kitaptaki amacım erkekleri kötülemek değil. Pek çok cinayetin faili erkekler olsa da onlar da ezilebiliyor hatta şiddet görebiliyorlar. Kadınlar kadar erkeklerin de ezilebileceği yerler olduğunu “Issız Erkekler Korosu”nda göstermek istedim. Kitabın içinde farklı renkleri aynı yerde toplayarak edebiyat oyunu yaptım.

DİYARBAKIR’A GELİN GİTTİĞİMDE 21 YAŞINDAYDIM
Kitapta, aynı evde yaşayan iki ayrı ailenin kadına bakışı arasındaki farklar da dikkat çekiyor.
- Güneydoğu’da ya da şehrin varoş kesimlerde anaerkillik mevcut. Ancak orada da iktidar kaynanaların elinde oluyor. O kadınlar, gelinken çektikleri her şeyi kendi gelinlerine de çektiriyor. Anlayacağınız böyle bir kısır döngü var. Kadın aileye hem hakim olabiliyor hem de ezilebiliyor. Ayrıca kadınlar olarak her zaman erkeklerin şiddet yanlısı olmasından ve hoyratlığından dem vuruyoruz ama arada durup özeleştiri yapmamız gerekiyor. Çünkü bu erkekleri de biz yetiştiriyoruz. Kadın kendi cinsini korumaktansa erkek çocuğuna tapıyor.

Bu sistem nasıl değişir sizce?
- Açıkçası değişmesi çok zor. Kadınlarımız bilinçlenince de durum değişmiyor, ya daha fazla şiddet görüyor ya da cinayete kurban gidiyorlar. Dün bir haber okudukm; dokuz ay içinde 207 kadın ölmüş. Bu bir önceki senede öldürülen toplam kadın sayısından bile fazla. Eskiden de kadın cinayetleri vardı ama neden bu kadar yaygınlaştığını sorgulamak lazım. Belki basında bu kadar çok yer aldığı için fazlalaşıyor. Erkeklerin kafasında bir şartlanma oluyor. Öyle bir duruma geldik ki kafası bir şeye bozulan erkek, hemen cinayete teşebbüs ediyor.

Kitapta dikkat çektiğiniz başka bir konu da küçük gelinler...
- Benim eşim Diyarbakırlı... Evlenip Diyarbakır’a gelin gittiğimde 21 yaşındaydım. İlk tanıdığım çocuk gelin, eşimin anneannesi Makbule’ydi. Çok saygın bir hanımefendiydi. Makbule’nin ablası ölünce, eniştesiyle söz kesiyorlar. Nihat Dede inanılmaz iyi bir insan; Makbule’yi gezdiriyor, oyuncaklar alıyor ve 12 yaşına gelene kadar onu bekliyor. 12 yaşına geldiğinde de nikahlanıyorlar. Düşünebiliyor musunuz, ergen olmadan gelin oluyor. Nihat Dede belirli bir yaşa geliyor ve vefat ediyor, bu sefer de kocasını erken kaybeden bir kadının trajedisi başlıyor. Dünya üzerinde en çok çocuk gelin olan ülkeler; Pakistan, Hindistan, Arap ülkeleri ve maalesef biziz. Kitabımda da küçük gelinlere yer verdim ama benim küçük gelinim babası onu sevmediği için ablalarından önce kocaya verilen bir gelindi.

HİKAYEMİN ÇIKIŞ NOKTASI VANLI “KEDER” OLDU
Romandaki ana karaktere neden “Kader” değil de “Keder” adı verdiniz?

- Geçen yıl Van’daki kitap fuarında neşeli bir kız geldi yanıma. Adını sordum, “Keder” dedi. İsminin neden Keder olduğunu sorunca, bir taziye evinde doğduğunu ve adının bu yüzden Keder olduğunu öğrendim. Bu cümle hikayemin başlangıç yeri oldu.

Kitabın büyük bölümünde “Keder”in hikayesine tanık oluyoruz... Buna rağmen neden kitabın ismi “Pembe ve Yusuf”?
- Bu soru okurlarımdan da geldi. Hikaye aslında Yusuf’un hikayesi... Pembe biraz geri planda kalıyor ama hikayeyi anlatmaya başladığımda istediğim bütün unsurları ortaya koyabilmem için bir nesil önceye gitmem gerekti. Kitabın adı “Keder, Pembe ve Yusuf” olabilirdi ama “Keder” soyut bir kavram olduğu için anlaşılmayacağını düşündüm. Bu yüzden “Pembe ve Yusuf” üzerine yoğunlaştım.

Bundan sonraki kitabınız için hazırlıklara başladınız mı?

- Çoktaaan. Araştırma gerektiren çok güzel bir hikaye üzerinde çalışıyorum. Bir kitabı yazmadan önce içimde olgunlaştırır, kafamda bitirir ve kağıda öyle dökerim. Çevre, mekan, tarih, kişilik araştırmasını çok detaylı yaparım hatta krokiler çıkarırım. Pembe ve Yusuf bugüne kadar yazdığım en sert romanımdı, bundan sonraki romanım daha sert olacak ama araya mizah öykülerinin yer aldığı bir kitap sıkıştırmak istiyorum. Belki bir de şiir kitabı gelir, belli mi olur?

Kitaplarınızı bilgisayarda mı yoksa daktiloda mı yazmayı tercih ediyorsunuz?
- Direkt kağıda yazıyor, sonra onları temize çekiyorum. En son da bilgisayara aktarıyorum.

Haberin Devamı

BENİM KADAR KİTAP OKUYAN YAZAR AZDIR
Bu kitabınızda da “Piraye”de olduğu gibi Diyarbakır’dan çok beslendiğinizi söyleyebiliriz.

- Bu kitabımın sadece tek bir yerinde “Diyarbakır” lafını geçirdim. Bunu bilerek yaptım çünkü kitabımda mekan kavramına yer vermek istemedim. Yaptığım tasvirlerle birebir aynısını yansıttım ancak adını koymadım. Çünkü bir kişi ya da bir yeri kötü göstermek istemiyorum. Diyarbakır’ı da çok seviyorum.

Kitabınızda zaman kavramı da yok!
- Evet, bütün romanlarımın özelliği hikayenin içinde zaman kavramının olmamasıdır. Çünkü zamansız ve her döneme hitap eden kitaplar yazmak istiyorum. Bir tek “Hasret” romanımda günü gününe tarih var ama o da bir mübadele hikayesiydi.

Hikayeleri oluştururken başka nelerden beslenirsiniz peki?
- Okumaktan. Benim kadar kitap okuyan çok az yazar vardır. Bu konuda çok iddialıyım. Neredeyse okumadığım kitap yoktur.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!