Güncelleme Tarihi:
BİR DÜŞ MÜ GÖRDÜM NE
St. Petersburg, öyle bir yer ki herhangi bir sokağına göz ucuyla bakmanız bile aklınızın başınızdan gitmesi için yeterli aslında. Hele de edebiyata, tarihe, mimariye meraklıysanız. İnternette, St. Petersburg'da farklı bir yer ararkan tesadüfen keşfettiğimiz Vyborg ise kelimenin tam anlamıyla gerçek dünyadan koparıp "eski bir düşün" içine atıyor sizi. Üstelik yaklaşık 600 Ruble'lik (yaklaşık 28 TL) gidiş- dönüş tren bileti karşılığında.
Yağmurun ve soğugun mola verdiği, güneşli ve ılık günlerden birinde rotamızı internette tesadüfen keşfettiğimiz "büyülü kasaba" Vyborg'e çevirdik. (Hemen hatırlatalım bu kasabanın ismi Rusça'da "Viyberk" diye son hecesi vurgulanarak okunuyor. )
Bunun için ilk iş bize en yakın metro istasyonu olan Mayakovskaya'dan Ploshad Lenina'ya gitmek. Çünkü bizi Vyborg'e (Rusça okunuşuyla Viyberk) götürecek olan hızlı tren bu metro çıkışının hemen yanındaki Finlandski Tren İstasyonu'ndan kalkıyor. Yolculuğumuz iki saatten biraz fazla sürdü. Ama eğer, "electrica" denilen trenlere binerseniz 1 saat 20 dakikada Vyborg'e ulaşabilirsiniz. Heyecanla trendeki yerlerimize oturup yolculuğun tadını çıkarmaya başladık.
Kulağımızda rayların tıkırtısı, çevremizi saran ağaçların gölgesi eşliğinde tren, St. Petersburg'dan uzaklaşırken etraftaki manzara da değişmeye başladı. Gösterişli ve görkemli binalar, yerlerini vaktiyle Rus edebiyatının labirentlerine dalanların hayal dünyasında yaşattığı manzaralara bıraktı.
Uzanıp giden yeşil tarlalar, oraya buraya serpiştirilmiş gibi duran masalsı küçük evler, bazıları terk edilmişe benzeyen, bakımsız ama mimarisiyle insanın içini titreten istasyonlar....
Tren, St. Petersburg'dan Vyborg'e doğru ilerlerken birçok istasyonda da durdu. Ellerinde pazar torbalarıyla yaşlı kadınlar, bisikletli genç kızlar, doğa tatili yapmaya hazırlanan sırt çantalı turistler, hatta bir nişan ya da düğün törenine giden şık giyimli insanlar bindi trene yol boyunca.
Bir ara da yaşlı bir adam melodikasıyla kommpartımanımıza konuk oldu. Hem çaldı, hem söyledi. Onu dinlerken, pencereden akıp giden ve bizi sanki eski bir filmin sahneleri ya da çocukluğumuzda okuduğumuz bir kitabın sayfaları arasında dolaştıran manzarayı izledik.
Ve sonunda Vyborg !
İstasyondan çıktığımızda bizi karşılayan manzara biraz şaşırtıcıydı. Sanki hiçbir özelliği olmayan küçük ve biraz da unutulmuş bir kasabaya gelmiştik. Yolumuzu şaşırıp yanlış istasyonda inmişiz gibi. Ama istasyondan çıkınca karşımıza dikilen anıt ise doğru adreste olduğumuzun şüphe götürmez kanıtıydı.
Yarı küre şeklinde bir kaideye oturtulmuş "W" sembolünün bir yüzünde Latin harfleriyle Wiborg, diğerinde de Kiril alfabesiyle Vyborg yazısı var. Bunun nedeni de bu küçük kentin tarih boyunca Ruslar ve Finliler arasında paylaşılamamış olması.
St. Petersburg'a 130 km, Finlandiya'ya 30 km uzaklıkta olan bu kent, 1300'lerden 1700'lere kadar İsveç'in egemenliğinde kalmış. Sonra sırasıyla Rusya'ya, yeniden Finlandiya'ya yine Rusya'ya ardından yine Finlandiya'ya geçmiş. İkinci Dünya Savaşı'nın son döneminde yani 1944 yılında ise kent Rusya'ya geçmiş. Yaklaşık 80 Bin kişinin yaşadığı bu kasabaya Ruslar Vyborg, Finliler Viipuri, İsveçliler Viborg diyor.
Eski ve yeni diye iki bölüme ayrılan Vyborg'in en önemli simgesi Ortaçağ'dan kalma kalesi. Bir tepe üzerine inşa edilen, etrafı su dolu hendekle çevrili olan kale, daha kapısına yaklaşır yaklaşmaz sizi Ortaçağ'a götürüyor zaten.
Bu kaleyi 1200'lü yıllarda İsveçliler yapmış. St. Petersburg'daki müzelerle kıyaslandığında bedava sayılabilecek bir ücret karşılığı kalenin kapısından girdiğinizde ruhunuz da Ortaçağ'a dönmüş oluyor. Parke kaplı yoldan yukarıya doğru ilerlerken sol yanınızda ince bir işçilikle yapılmış ahşap kapılar, hemen üzerlerindeki lambalar, kapıların yanına yerleştirilmiş toplar uzanıp gidiyor. Bu arada eğer kuleye çıkmak istiyorsanız, girişin yanındaki kasadan ayrıca bilet almanız gerekiyor.
OLAF KULESİ 48.6 METRE
Her ne kadar binanın içerisi restore ediliyor olsa da, gittikçe daralan merdivenler yüzünden epey zorlu bir tırmanış sizi beklese de Vyborg'in en güzel manzarası bu kulenin tepesinde. Kulenin yüksekliği 48 metre. Yani 63 metrelik Galata Kulesi'nden daha kısa. Eğer bu güzel kasabaya gidip kuleye tırmanacaksanız hemen hatırlatalım: Kuleden göreceğiniz manzara soluk kesici. Ama soluğunuzu kesen şey bastığınız yerin darlığı ve o yükseklikte karşılaşacağınız kalabalık da olabilir.
Kulenin çevresini dolaşıp fotoğraf çekmeye çalışırken attığınız adıma da dikkat etmelisiniz. Her an birinin ayağına basabilir ya da dengenizi yitirebilirsiniz. Belki de anne ve babası tarafından yukarıya çıkarılan 5-6 yaşlarındaki bir çocuk yüksekten korkup ağlayarak sizi de gerilime sürükleyebilir. Elbette kulenin çevresi güvenlik şeridiyle kaplı yani aşağıya uçmanız mümkün değil. Ama yine de dikkat gerek.
Kendinizi güvene aldıktan sonra başınızı kaldırıp etrafta uzanan muhteşem manzaranın tadını çıkarın. Bakışlarınızla gözünüzün görebildiği her yere ulaşabilmek mümkün çünkü. Kulenin bir yanından bakınca, Vyborg'in Batı Avrupa kasabalarını andıran rengarenk evlerini, diğer yanından bakınca önünüzde uzanan yeşillikleri, yeni şehri, Fin Körfezi'ni görmeniz mümkün.
Kuleden indikten sonra da kentin görmüş geçirmiş eski sokaklarına dalın. Daracık sokakların bir çoğu bir ucundan maviliklere açılıyor. İki yanınızda eski ama güzelliğinden hiçbir şey yitirmemiş binalar uzanıyor.
Daracık sokaklarda dolaşırken belki de 1970'ler Türkiye'sinde doğup büyüdüğünüz şehri anımsatan manzaralar da karşınıza çıkabilir. Dört bir yanı sarmaşıklarla çevrili, önünde eski model bir araba park etmiş bu ev gibi. Zaten dolaştıkça bu şehrin bazı yerleri tanıdığınız mekanları çağrıştırabiliyor.
Ya da bir başka sokakta size 1940'larda olduğunuz izlenimi veren iki katlı bir bina görebilirsiniz. İşte tam da bu binanın önünde bir film çekimine rastladık. O gün bazı sahnelerinin çekimi yapılan film İkinci Dünya Savaşı yıllarında geçen bir hikayeyi anlatıyordu. Yani binayı görünce içimizde uyanan hissin bizi yanıltmamış olduğunu gördük.
Vyborg'in simgelerinden biri olan saat kulesi bizim ziyaretimiz sırasında onarımdaydı. Burada da bir parentez açalım hiçbir alakası yok belki ama şehrin bu bölümü; İstanbul'un tarihi dokusunu hala koruyan semtlerinden Zeyrek'i anımsatıyor biraz.
Yolunuz Vyborg'a düşerse Lenin'in Bolşevik devrimine hazırlandığı evi ve nefes kesen manzarasıylya Monrepos Parkı'nı da görebilirsiniz.
Ya da belki kendinizi bu kasabanın sokaklarına bırakıp her adımda başka bir geçmişe doğru yol alırsınız.
Şehrin içinde ilerlerken karşımıza heybetli bir yıkıntı çıktı. Pencerelerinin ve camlarının yerinde yeller esen binanın fotoğraflarını çekerken yanımıza yaklaşan bir kadın bu binanın bir zamanlar Rus ordusuna ait olduğunu söyledi. Ancak bina geçen yıl çıkan yangında hasar görmüş ve henüz onarılmamış.
Bu arada Vyborg ile ilgili küçük bir not. Trenle kasabaya doğru yaklaşırken ve hatta kasabanın içinde gezinirken St. Petersburg'da ya da Moskova'da alışık olduğumuz mimari tarzının değiştiğiniz fark ediyorsunuz. Yol üzerindeki evler; Fin ya da İsveç mimarisini anımsatıyor. Kentin bazı bölgeleri de görsel olarak tıpkı Batı Avrupa kentlerindeki örneklerine benziyor.
Vybor'te gezerken sokaklarda çok fazla insana da rastlamadık. Kaleyi ya da ilgiye değer yerleri gezenlerin çoğu ülkenin değişik yerlerinden gelen Ruslardı. Bir de hiç dinmeyen hayret nidaları eşliğinde, gördükleri her şeyin fotoğrafını çeken meraklı, bilgili ve güler yüzlü Japonlar.
PORTAKAL AĞACI'NA GİDELİM
St Petersburg'un dışında ne var diye merak ediyorsanız bir başka rota da Lomonosov ya da İkinci Dünya Savaşı öncesi adıyla Oranienbaum yani Almanca adıyla "Portakal Ağacı". Finlandiya Körfezi'ne yakın bu bölgeye de metro ardından da minibüs ya da otobüsle ulaşmak mümkün. Eğer isterseniz Lomonosov'a trenle de gidebilirsiniz. Biz metro ve minibüs seçeneklerini tercih ettik.
İlk durağımız Avtovo metro istasyonu oldu. St. Petersburg'un her metro istasyonunun farklı bir özelliği ve güzelliği var. Ama Avtovo diğerlerinden daha farklı. Bizi kendisinin de yaşadığı yer olan Lomonosov'a götüren Rus arkadaşımız da özellikle bu istasyonu görmemizi istedi. Haksız da sayılmazmış. Burası, metro istasyonundan çok bir müze ya da sanat galerisi girişine benziyor.
Bir süre metroda gezindikten sonra dışarı çıkıp bizi Lomonosov'a götürecek minibüsü ya da Rusçasıyla "Marşirurtka"'ları beklemeye başlıyoruz. Sonunda bir "Marşirurtka" geliyor, biniyoruz. Kişi başı 70 ruble uzatıyoruz ve tatilimizin adrenalin yüklü anları başlıyor.
Vyborg'teki Olaf Kulesi'ne ya da St. Isaac Katedrali'ne tırmanmak bile bizi bu kadar heyecalandırmamıştı. Türkiye de sürücülerin trafik kurallarına harfi harfine riayet ettiği bir ülke sayılmaz ama Rus sürücüler başka ! Belki de tek rakipleri İstanbul'da Bakırköy -Taksim arasında çalışan dolmuşların sürücüleri. Zaman zaman hızla yağan yağmurun altında son sürat, bazen ters yola girerek devam eden yolculuğumuz Lomonosov meydanında son buldu.
Dizlerimiz titreyerek indiğimiz meydanda bizi yağan yağmura eşlik eden bir güneş karşıladı. Sonra ver elini Menshikov Sarayı. St. Petersburg'un kurucusu olan Çar Büyük Petro'nun çok yakın olduğu Prens Menshikov'un adını taşıyan sarayın kelimenin tam anlamıyla muhteşem bir bahçesi var.
Durmadan yağan yağmur ve gök gürültüleri eşliğinde gezintimizi sürdürüyoruz. Rus arkadaşımız bize gezdiğimiz muhteşem bahçelerin yıllar önce bakımsız halde olduğunu sonra turistlerin ilgisi artıkça iş bilen eller sayesinde bugünkü görünümüne kavuştuğunu anlatıyor.
FİNLANDİYA'YA BİRAZ DAHA YAKIN
Sonra da otobüse binerek bir başka güzergaha, Kronstdat'a yöneliyoruz. Burası St Petersburg'un 32 kilometre uzağında, Finlandiya Körfezi'nde. Çar Büyük Petro'nun İsveç'ten aldığı Kotlin Adası'nda kurulu olan kent, ülkenin en büyük donanma üssü olarak da hizmet verdi uzun yıllar. Sovyetler döneminde de kanlı bir şekilde bastırılan bir ayaklanmanın merkezi oldu. Kentteki en dikkate değer yapılardan biri eski tersane binası.
Kronstadt, St. Petersburg'da Sovyet dönemi atmosferinin en çok hissedildiği yerlerden biri. Çok fazla insanın görünmediği sokaklarında yürürken kendinizi gerçekten de Sovyet döneminde hissediyorsunuz. Belki de birçok yerde artık zamanla çözmeye başladığınız Kiril alfabesiyle yazılmış Lenina Prospekt (Lenin Caddesi) yazısı yüzünden.
Kronstat'ın en ünlü yapılarından biri St. Nicholas Katedrali. Bu yapının içine girdiğinizde görkemi gözlerinizi kamaştırıyor. Sonra başka bir şeyi fark ediyorsunuz. Mimarisi size pek de yabancı gelmiyor. Bunun nedeni ise katedralin Yeni Bizans tarzında yapılmış olması.
Kronstadt gezimizi Baltık Denizi'nin kıyısına inip buz gibi havayı içimize çekerek sona erdiriyoruz. Sonra St. Petersburg'a geri dönüş yolculuğu.
BİRAZ DA BİT PAZARI GEZELİM
St. Petersburg'da bir de bit pazarı gezelim diye bir düşünceniz varsa bu tip yerlerin en tanınmışlarından biri Udelnaya. Metroyla yolculuk şehir merkezinden yaklaşık 20 dakika sürüyor. Sonra metrodan çıktığınızda, uzakta tren rayları ve karşınızda tezgahları yola serip eski eşyalarını satmaya çalışan yaşlı insanlar.
Udelnaya'daki bit pazarının hemen arkası ise bizim bildiğimiz semt pazarlarını anımsatıyor. Şehir merkezinden daha ucuz fiyata satılan meyve ve sebzeler, giysiler vs her şeyi bulmak mümkün.
Bu bölge görsel olarak da ilginç. Elbette St.Petersburg merkezindeki görkemli mimarinin yerinde yeller esiyor. Eski ve çok da bakımlı olmayan binaların hemen yanında benzerini Türkiye'de de gördüğümüz kocaman siteler inşa edilmiş.
BİR DE BUDİST TAPINAĞI
Eğer özel merakınız varsa St. Petersburg'ta bir de Budist tapınağı var. Gitmek de oldukça kolay. Metroya binip Staravaya Derevnya istasyonunda iniyorsunuz. Sağa dönüp biraz yürüdüğünüzde karşınıza tapınak çıkıyor. Ama şu sıralar restore ediliyor bilginize.
BURALARI GÖRMEDEN DÖNMEYİN
St. Petersburg'da tüm bu saydığımız yerler dışında turistlerin daha çok ilgisini çeken ünlü müzeler ve mekanlar da var. Tsarskoye Selo ya da Puşkin'de yer alan Catherine Sarayı bunlardan biri. Sarayın bahçesindeki Türk hamamı elbette görülmeye değer.
Hermitage Müzesi'nin karşısından kalkan bizdeki deniz otobüsüne benzeyen hidrofillerle kolayca gidilen Petergoff'un ünlü fıskiyeleri ve sarayı da St. Petersburg'un görülmesi gereken yerlerinden.
Elbette St. Petersburg deyince Hermitage Müzesi'ni söylemeden olmaz. Ama bir seferde gezmek çok zor. Yapılacak en akıllıca iş ilginizi çeken bir ya da birkaç bölüm seçip oraları etarflıca gezmek. Gerisi, bir dahaki ziyaretinize. Hermitage Müzesi'nin önündeki Saray Meydanı, dünyanın dört bir yanından insanın toplanma noktası. Özellikle de hava güzel olduğunda burada dünyanın tüm renklerini görmek mümkün. Bazen de bu görkemli sarayın bir köşesine sığınık uykuya dalan evsizler göze çarpıyor.
St. Isaac Katedrali'ne ya da Smolny Kateraline'ni gezebilir, hatta kulelerine çıkaran kenti kuş bakışı seyredebilirsiniz.
Zayachi Adası'ndaki Peter Paul Kalesi de kentin gezilmesi gereken mekanlarından. Bu kalenin içinde birçok yazar ve düşünürün çeşitli dönemlerde kaldığı Bastion Hapishanesi, Romanov ailesi üyelerinin mezarları, işkence müzesi gibi çok sayıda müze var. Hiçbirine girmeseniz bile bahçesinde gezebilirsiniz. Kalenin hemen karşısında ise ağır savaş müzesi bulunuyor.
St. Petersburg'un tek camiisi Gorkovskaya'daki Tatar Camii de turkuvaz rengi çinileriyle daha uzaktan sizi yanına çağırıyor. Ama camideki restorasyon çalışmaları geçen yıldan bu yana sürüyor.
St. Petersburg denilince Dostoyevski, Puşkin, Nabokov gibi yazarları anmamak olmaz. Bu ustaların müze haline getirilen evlerini gezebilirsiniz.
Her defasında aksi için çok uyarılmış olsak da St. Petersburg fazla da güvensiz bir şehir değil. Yine de dikkatli olmanızda fazda var. Özellikle dikkat etmeniz gereken turistik yerlerde de uyarı levhaları göze çarpıyor. Yani gördüklerinizin büyüsüne kapılıp o anı ölümsüzleştirmek isterken kamera ya da objektifiniz de dahil varınızı yoğunuzu kaybetmemek için tetikte olmanız gerekiyor.
St. Petersburg'un kalbi Nevsky Caddesi'nde atıyor. Acıktığınız zaman burada yemek yiyecek yer bulmak çok kolay. Çünkü adım başı kafe ve restoranlar var. Bunlar arasında en çok ilgi göreni ve en çok çeşit sunanı cadde üzerinde iki şubesi bulunan Market Place.
Dilerseniz, Puşkin Müzesi'ni ziyaret ettikten sonra Moika Nehri kenarında biraz daha yürüyüp Yat Kafe'ye giebilirsiniz. Birkaç basamakla yerin altına inilen bu kafe sizi 1940'lı yıllara götürüyor. Eski şarkılar eşliğinde hem Rus hem de Fransız yemekleri yiyebilmek mümkün.
Nevsky Caddesi'ni kesen Ligosky Caddesi'ne bulunan Cafe Du Nord'un pastaları da kayıtssız kalınamayacak türden. Pasta demişken bu kentte pastacılık çok gelişmiş. Cadde üzerinde yürürken sayamayacağınız kadar çok pastane görebilirsiniz. Albenili vitrinleriyle sizi içeri çağırır hepsi de. Yediğiniz pastaların en dikkat çekici özelliği ise neredeyse yok denecek kadar az şekerli olması. Kilo almaktan korkup yine de pasta yeme zevkinden mahrum olmak istemeyerlerin yüreğine su serpecek bir durum söz konusu özetle.
Nevsky Caddesi üzerindeki tarihi pastane Küpetz Eliseev'i zaten göreceksiniz. Ama biraz daha ileri gidip İtalyan Sokağı'na girdiğinizde Kafe Upko sizi bekliyor. Makarnaları bir yana çok para harcamadan lezzetli şaraplar içebilirsiniz.
Eğer Türk damak zevkinden uzaklaşmak istemiyorsanız, Nevsky üzerinde birkaç tane Türk lokantası var. Kentin değişik yerlerinde faaliyet gösteren İtalyan lokantası Mamma Roma da tanıdık lezzetler sunuyor.
Gece eğlenceleri için en çok tercih edilen yerler Dumskaya'da bulunuyor.
St. Petersburg'un ister merkezinde ister çevresinde nereye giderseniz gidin karşınıza birkaç tane gelin ve damat çıkıyor. Görünüşe göre kent halkı çok genç yaşta evleniyor. Bunun için de bizde genelikle adet olduğu üzere hafta sonunu beklemiyorlar. Yedi gün, 24 saat sokaklarda, caddelerle gelinlik ve damatlıkla poz veren Rus çiftler görebilirsiniz. Bu özel günün anılarını ise turistlerin arasında kentin göz kamaştırıcı parklarında, saraylarında ölümsüzleştiriyorlar.