Oluşturulma Tarihi: Haziran 12, 2022 07:46
Hem tiyatro sahnesinde hem beyazperdede hem de televizyonda birbirinden başarılı işlere imza atan İngiliz oyuncu Emily Watson, Bristol Üniversitesi Londra Drama Stüdyosu’da eğitim aldı. Uzun süre tiyatro yaptıktan sonra Lars von Trier’nin “Breaking the Waves” filmiyle sinemaya geçti. Cannes’da prömiyer yapan filmdeki rolüyle 1997’de ‘en iyi kadın oyuncu’ dalında Oscar’a aday gösterildi. Bugüne kadar Steven Spielberg’den Robert Altman’a, Paul Thomas Anderson’dan Tim Burton’a Hollywood devleriyle çalışan Watson, onlarla çalışmanın nasıl bir şey olduğunu Barbaros Tapan’a anlattı.
* İlk Cannes Film Festivali’nizi hatırlıyor musunuz?
- 1996’da katıldım ilk kez. Daha önce hiç film çekmemiştim, hatta işsizlik yardımı alıyordum devletten. Yapımcılar beni Paris’teki Dior mağazasına götürdü ve muhteşem bir elbise aldılar. Cannes’a geldim ve odaya bir görevli girdi, “Yönetmen gelmiyor, Lars von Trier gelmek istemiyor” dedi. Sonra muhteşem insanlar olan Stellan Skarsgård ve merhum Katrin Cartlidge ile birlikte merdivenleri çıktım. Işıklar kapandığında, “Emily, hayatın sonsuza kadar değişmek üzere” demişti bana ve değişti. Çok etkileyici bir deneyimdi.
* Cannes’a ilk geldiğiniz film, Lars von Trier’ın “Dalgaları Aşmak” (Breaking the Waves) filmiydi. Ondan önce tiyatrodaydınız. Hep oyuncu mu olmak istemiştiniz?
- Çocukken yazar olmak isterdim. Öğrenciyken tiyatro yaptım. Sonra da aklıma bundan başka bir şey gelmedi! Sanki sadece devam etmek, eğlenmek istiyordum. Bütün arkadaşlarım yetişkin olma yolunda adım atıyordu ve ben bunu istemiyordum. “O zaman oyuncu olacağım” diye düşündüm.
* “Breaking the Waves” filminde sizden önce başka bir isimle anlaşmışlar ve biraz gerginlik yaşayınca devam etmemişler o isimle… Bu doğru mu?- Evet, Helena Bonham Carter bu rolü oynayacaktı ve sonra istemediğine karar verdi. Nedenini anlıyorum… Ama benim, “Bunların hiçbirini yapmak istemiyorum” diyecek ne öz bilincim ne de bilgim vardı. Bu benim için inanılmaz fırsattı
* Ve Stellan Skarsgård harika bir yardımcı başroldü…- O, harika insan. “Çernobil” dizisinde onunla tekrar çalıştım ve çok keyifliydi. O bir lider. Önemli olan şeyleri tutkuyla umursaması ve önemli olmayanları umursamaması müthiş…
* Çok fazla kendinize meydan okuyan rollerde oynadınız ama arada romantik komedi de yaptınız…-Evet. “Punch-Drunk Love”, bir tür komediydi.
* Paul Thomas Anderson komedisi… Adam Sandler’la oynadınız. Paul, o yıl Cannes’da en iyi yönetmen ödülünü kazandı…- Onunla, Adam ve Phil Hoffman’la birlikte burada olmak çok özel, güzel bir andı. Çok ama çok değerliydi. Paul’le ilk tanıştığımda oturduk ve bana 90 dakikalık bir romantik-komedi yapmak istediğini söyledi. Ben de “Ölmediğim ya da ağlamadığım bir şey yapmak istiyorum” dedim. Adam, Beverly Hills’deki evinde oturup “Breaking the Waves”i izlemişti, ben de Londra’daki evimde oturmuş Adam’ın filmlerini seyretmiştim.
DANIEL DAY LEWIS’I TANIMAK ÇOK ZOR* Size birlikte çalıştığınız diğer yönetmenlerden bazılarını soracağım, harika birçok isimle çalıştınız. Mesela Jim Sheridan’la “The Boxer” filmini yaptınız. - O filmde ben çok yeniydim ve bir taraftan da ürkütücüydü. Çünkü Daniel Day Lewis ile oynuyordum. Onun hakkında ne biliyorsunuz bilmiyorum, ama o tüm metot aktörlerini yenecek bir metot oyuncusu! Yani, onu gerçekten tanıyamıyorsunuz. Karakteri inanılmaz derecede yoğundu. Belfast’ın politik iklimini yansıtıyordu. Benim gibi orta sınıf İngiliz bir kız için gerçek bir eğitimdi.
* Daniel Day Lewis’in, Lincoln’ü çektiği sırada, kameralar kapalı olduğunda bile herkesin ona “Başkan Lincoln” demesini istermiş. - Evet, her zaman karakterde kalıyor ve birlikte yapacağımız oldukça yoğun sahneler vardı, ama çoğu zaman karakterlerimiz birbirlerini uzaktan izliyordu. Yani pek iletişim kuramadık. “Neden bu şekilde çalışıyorsun” dedim. “Ben yeterince iyi bir oyuncu olduğumu düşünmüyorum” dedi. Çok alçakgönüllü, inanılmaz bir aktör.
* “Gosford Park”ta Robert Altman’la çalıştınız… Onun yöntemi de çok farklı değil mi? - Farklı bir çalışma tarzı vardı. 75 yaşındaydı ama sanki meraklı dört yaşında bir çocuktu. Film şirketine ‘Sandcastle’ adını vermişti, çünkü film yapmanın sahilde bir kumdan kale inşa etmek gibi olduğunu söylerdi.
Sonra bir şezlongun arkasına yaslanıp, bir bira içersin ve gelgiti izlersin. O bir insan koleksiyoncusuydu. İnanılmaz oyuncuları topladı. Parçası olmak gerçekten çok değerli, özel bir şeydi.
* Dün “God’s Creatures”ı izledim, karakterinize nasıl çalıştınız? - Bazen senaryoları okuyorum ve “Bu bana bir eldiven gibi uyuyor” diye düşünüyorum, o karakteri hemen anlıyorum. Bu senaryoyu okuduğumda, kendimi oldukça yabancı hissettim. Çünkü evde senaryo okurken anne oluyorum. Çocukları gezdiriyorum, akşam yemeği hazırlıyorum ve Londra hayatımı sürdürüyorum. Burada tutku ve şiirle dolu ama çok İrlandalı ama yine de açıkça çok özgün bir dünyada kök salmış bir senaryo vardı. Benim için tamamen büyüleyici bir ötekilik dünyası vardı. Yani oraya varmak oldukça uzun bir yolculuktu.
Yeni filmi “God’s Creatures”ta kendisine Paul Mescal eşlik ediyor.* Gözleriniz bence ekran oyunculuğunun özü…- Sanırım saklayamadığım o yüzlerden biriyle kutsanmışım. Ne olduğunu bilmiyorum. Sadece iç dünyanı olabildiğince dürüst yaşıyorsun, sanırım. Tarif etmesi zor. Oyunculuğun kişisel hijyen gibi olduğunu sık sık söylerim. Gerçekten iyi yap ve bunun hakkında konuşma (gülüyor).
LARS VON TRIER HAYATIMIN DÖNÜM NOKTASI
* Birçok yönetmenle çalıştığınızı konuştuk... Kariyerinizin dönüm noktası sizce hangisi?
- Açıkçası, Lars von Trier ile başladığım yer, beni sonsuza dek minnettar olacağım bir şekilde film dünyasına soktu. Aynı zamanda, çalışma şekli açısından. Sanırım bahsettiğimiz Paul Thomas Anderson ve Robert Altman, düşünme şeklimde çok etkili oldular. Bir Avustralya Western’i olan ve pek çok kişinin izlemediği “The Proposition” adında harika bir film yaptım. Ve yakın zamanda Londra’da yeniden yayınladı. Nick Cave tarafından yazıldı ve John Hillcoat yönetti. O da unutulmaz bir tecrübeydi.
Emily Watson, Spielberg’in 2011 yapımı “War Horse” filminde David Thewlis, Benedict Cumberbatch gibi isimlerle başrolü paylaştı.JOHNNY DEPP’LE OYNADIM AMA ONUNLA HİÇ TANIŞMADIM
* Tim Burton’ı soracağım ama onunla animasyon çektiniz, sadece seslendirmeydi değil mi?
- Evet. Animasyonla ilgili garip olan şey, gerçekten kimseyle tanışmıyorsun. Johnny Depp ile çekilen bir sürü sahnem var ama onunla hiç tanışmadım. Tim Burton’la kısaca tanıştım ama temelde bir ses mühendisiyle birlikte stüdyodaydım. Bir oyuncu için animasyon deneyimi çok garip. Aslında bu durumu oldukça zor buluyorum. Kendimi rahat hissetmiyordum.
STEVEN SPIELBERG TAM BİR ORDU KOMUTANI GİBİ
* Steven Spielberg’le de çalıştınız. O nasıldı?
- Rüya gibiydi. Menajerimden, “Steven Spielberg seni çaya götürmek istiyor” diyen bir telefon aldığımı hâlâ hatırlarım. “War Horse” filmini yaptık. Bu, İngiltere’de çok sevilen bir çocuk kitabı. Sekiz aylık hamileyken “War Horse” oyununu izlemeye gittim. 10 saniye sonra kocama döndüm ve “Yapabileceğimden emin değilim” dedim. Ama Spielberg, bir ordu komutanı gibi. Muhteşemdi. Onunla çalışmayı çok sevdim.
* Televizyona işler yapmayı seviyor musunuz peki?
- Muhtemelen benim için filmler azalmaya başlayacaktı, aniden televizyon ilginçleşti! Bu çiçek açma dönemi ve Rönesans tam bu yaşımda gerçekleştiği için kendimi çok şanslı hissediyorum.