Güncelleme Tarihi:
Karşılıklı gülüşüyoruz. İstanbul trafiğinde sıradan bir sabah. Adım adım ilerliyoruz. Radyoda son günlerdeki en sevdiğim şarkılardan birisi çalıyor.
Deniz Seki söylüyor, içli içli. “Hangimiz hayatını anlatırsa roman olur.
İhanetin dizlerinde damlalar savrulur.
Geçmez sanırsın aşk matemin
Sen bekle de ben beklerim
Bir tek bana kötüyüm deme İyisin tabi...”
Önce görüş izni için Bakırköy Adliyesi’ne, Savcılıktan görüş iznimi aldıktan sonra da, Bakırköy kadın ve çocuk tutukevine doğru yola çıkıyorum. Önce üzerim aranıyor, sonra kayıt işlemlerim yapılıyor, en son göz taramam yapıldıktan sonra, bir bekleme alanına alınıyorum. Bekleme alanında diğer ziyaretçiler ile birlikte beklemeye başlıyoruz. İnfaz koruma memurları kendi aralarında şakalaşıp, gülüşüyorlar. Orada gülebilen, şakalaşan insanların olması garibime gidiyor.
Soğuk bir yer. Ağustos sıcağında bile buz gibi bir yer burası eminim.
Bekleme alanından “görüş alanına” alınıyoruz. Görüş alanı başka bir binada. Bir infaz koruma memuru topluca hepimizi öteki binaya doğru götürüyor. Yavaş yavaş merdivenleri çıkarken, o koskocaman gri, renksiz ruhsuz avluda
ki tek renkli, camları resimlerle süslenmiş bir bina takılıyor gözüme. Gözlerimi kısıp dikkatlice bakıyorum. Okul burası. Tutuklu ve hükümlülerin, çocuklarının eğitim gördüğü okul. Çocuklar neşe içinde bağırıp, gülüşüp oynuyorlar. Bu
soğuk yerde bile çocuk olmak çok güzel! Üzerimiz bir kez daha aranıyor. Ayakkabılarımızı dahi çıkarıp, X ray cihazından geçiriyoruz. Bir sürü demirin birbirinin içine geçtiği bir kapı var karşımızda. Ben hep diğer ziyaretçilerin en gerisinde kalıyorum. Onlar ne yaparlarsa aynısını yapmak için. Onlar bir nevi benim mihmandarım. O karmaşık kapının önünde bulunan bir alete tek tek gözlerini yaklaştırıyorlar, bir “biiiiip” sesi ile kapı açılıyor ve siz görüş alanının bulunduğu bölgeye geçiyorsunuz.
Bu kapıdan sonrası, başka bir dünya! Sanki her şeyi geride bırakmışsınız gibi... Tekrar beklemeye başlıyoruz. İnsan her yaptığı hareketi kontrollü yapmaya çalışıyor. Gergin bir atmosfer var. Birisi biraz yüksek sesle konuşsa sanki suç işlemiş gibi hemen diğerlerinin yüzüne bakıyor. Ayakta bekliyoruz. Karşımızda yan yana bölmeler. Deniz Hanım, camın arkasına gelecek. Duvarlarda telefonlar var.
İnfaz koruma memuru yanıma geliyor. “Armağan Bey buyurun” diyor. Tedirgin oluyorum. En son bölmeye götürüp, “Deniz Hanım birazdan gelir” diyor ve gidiyor. Çift camın ardında, bom boş bir salona doğru bakıyorum. Her ayak
sesinde, geliyor diye irkiliyorum. Beş, on dakika kadar bekliyorum. Beklerken, neredeyse kendi kendimden bile gözlerimi kaçırıyorum. Bir sağa, bir sola, bir camın arkasına bakıyorum. İnfaz koruma memurlarının eşliğinde Deniz Hanım giriyor, kapıdan. Makyajsız. Dupduru bir güzelliği var. Üzerinde gri eşofman bir takım. Elinde dosyalar. Merak edenler için söyleyeyim, hala zayıf ve formunu koruyor. Gülüyoruz birbirimize karşılıklı. İçten, sıcacık. “Geldiğin için çok teşekkür ederim” diyor. Her zaman olduğu gibi zarif ve kibar. İkimiz de telefonlara uzanıyoruz. Çalışmıyor. Deniz Hanım dönüp infaz koruma memurlarına telefonların çalışmadığını söylüyor. Memur telefonu açmaya gidiyor. Bir süre sonra telefon çalışmaya başlıyor. Şimdi daha iyi duyuyoruz birbirimizi.
Konuşmaya başlıyoruz.
“Nasılsınız?” diyorum.
“Burada ne kadar iyi olunabilirse, o kadar iyiyim” diyor. “Buna bir sınavdan geçiyorum falan demeyeceğim. Çok sıkıldım böyle düşünmekten. Sınav ise neden hep ben sınavdayım” diyor. Karşılıklı gülüşüyoruz. O kendini geliştirme
kitaplarının, pozitif düşünce gücünün falan yerle bir olduğu an, bu an galiba. Karşılıklı gülüşüyoruz.
Ama umduğumdan çok daha iyi bir Deniz Seki var karşımda. Güçlü. Kendinden emin.
“Sezen Aksu’nun ve Haldun Dormen’in mektupları çok iyi geldi bana” diyor. “Haldun Abi mektubunda, lütfen yaz Deniz’ciğim sana iyi gelecek yazmış. O mektubu okuyana kadar tek kelime bile yazamıyordum. Kilitlenmiştim.
Mektubu bitirir bitirmez, elime bir kağıt kalem aldım ve yazmaya başladım” diyor. Elinde getirdiği dosyaları göstererek.
Sanıyorum bir roman yazıyor. “Ne yazıyorsunuz?” diye sormuyorum açıkçası.
“Memur koğuşunda kalıyorum, Koğuştaki bir matematik profesörü ile İngilizce çalışıp, İngilizcemi ilerletiyorum, yazıyorum, sevenlerim bir sürü kitap yolladı, ranzamın üst katını kütüphaneye çevirdim, okuyorum” diyor. Cezaevi
böyle bir yer sanırım. İmkansızlıkların içinde, kendine imkan yaratabilme yeri.
“Beste yapamıyorum, ses kayıt cihazım yok, ama Adalet Bakanlığı’na başvurduk, önümüzde ki hafta kayıt cihazım gelir, ben de beste yapmaya başlarım” diyor.
Şarkısının ne kadar çok tuttuğunu anlatıyorum, radyolarda sürekli “İyisin Tabii” çaldığını söylüyorum. Gözlerinin içi gülüyor. “Hem dijitalde hem de cd çok satıyormuş” diyor. Keyifleniyoruz. Kendi klibini seyrederken, ne kadar
yabancılaştığını anlatıyor, sanki başkasını seyreder gibi seyrettiğini anlatıyor. Bu kez hüzünleniyoruz.
“Anayasa Mahkemesi’ne yaptığınız bireysel başvurudan haber var mı?” diyorum.
“Hayır” diyor. “ Ama Özel Yetkili Mahkeme’lerden ceza alarak hala tutuklu kalan bir tek ben varım” diyor. Aslında şu anda hala “hak ihlaline” uğruyor Deniz Seki. Anayasa Mahkemesi, en kısa sürede bireysel başvuruyu sonuçlandırır
umarım.
Sonra tanıdıklar, dostlar, arkadaşlar, selamlar...
Tam bu sırada gazetelerde bir haftadır çıkan Bayhan haberlerini soruyorum. “Bayhan’ın sizi ziyarete geldiği ve kabul etmediğiniz doğru mu, dün her yerde bu haber vardı” diyorum. “Hayır yok öyle bir şey. Gelmedi. Ama gelirse tabii ki
görüşeceğim” diyor.
İnfaz koruma memuru geliyor. Görünce anlıyorum ki vakit tamam!
Vedalaşıyoruz.
“Herkes benim için dua etsin söyle lütfen” diyor.
Gözlerimiz doluyor ikimizin de. Ben belli etmemeye çalışıyorum. Gözlerimi yere indiriyorum. O’da bana belli etmemeye çalışıyor. Göz bebekleri, suyun içinde kıpraşıyor!
Hızla çıkmak istiyorum. Hiç dönüp arkama bakmıyorum. Eğer gözyaşlarını görürsem dayanamam diye...
Kendimi dışarıya atıyorum. İçimde tuhaf bir duygu. O’nu da yanımda dışarıya çıkaramadığım için galiba kocaman bir boşluk……