Bari’de uçaktan iner inmez bir ağaç denizinde buluyorsunuz kendinizi. Zeytinliklerin içinde kayboluyorsunuz. Bu kente ilk gelişimde de öyleydi. Mussolini döneminde sürgüne gönderilen Carlo Levi’nin izini sürmek amacıyla Mehmet Yaşin’le Mattera’ya doğru yola çıkmadan
önce bir zeytin ağacının gölgesinde dinlenmiştik. Aslında gölge vermez zeytin; yaprakları seyrek, gövdesi bodurdur. Bodur, kavruk ve yaşlı. Çok yaşlı. Ama toprağın derinliklerine gider kökleri, uzun ömürlüdür. Bu yöreye kök salmış uygarlıklar gibi. Örneğin Roma döneminden kalma en eski tiyatronun burada, Pulya bölgesinin kuzeyindeki Lucera’da olduğunu pek bilmeyiz. Turistlerin uğramadığı, İtalya’yı kuzeyden güneye, batıdan doğuya kat eden otoyolların geçmediği, ülkenin buğday ambarı Tavoliere Ovası’nın kuytu bir köşesine kurulmuş bu küçük kentin bir zamanlar Müslümanları barındırdığını da.
Lucera ortaçağda bölgenin siyasi ve ekonomik merkeziymiş. İkinci Frederic’in yaptırdığı kale zamana hâlâ direnen yüksek surları, mazgalları, dikdörtgen ve yuvarlak kuleleriyle çok geniş bir alanı kaplıyor. Bu kuleler arasında, kral ve kraliçenin tarihçilerin deyimiyle, “erkek ve dişi
aslan” inadını taşıyanların, bugüne dek İtalya’da gördüğüm en görkemli tarihsel yapılar olduğunu söyleyebilirim. Engebeli bir coğrafyada yer almıyorlar çünkü, köy ve kasabaların da dışındalar. Yalnızca güvenlik ya da askeri nedenlerle değil haberleşme amacıyla da yapıldıkları ilk bakışta belli oluyor. Mezzogeornio’nun, bir başka deyimle güney İtalya’nın burada çizmenin topuk ve tabanına benzediğini anımsatmam gerekmiyor sanırım. Yüzyıllar boyunca bu kulelerde yakılan meşaleler sayesinde halkın düşman saldırısından anında haberdar olduğunu söylüyor tarihçiler.
CAMEKÂNDAKİ KEMİKLER
Lucera kulesiyle bütünleşmiş bir kent ama onun dışında, düz ovada gelişip yayılmış. Ve 13’üncü yüzyıldan itibaren yakaladığı refah düzeyini bir bakıma İkinci Frederic’in Sicilya’dan getirtip burada iskân ettiği Müslüman halka borçlu. Kent onların tarım ve sulamadaki becerileri sayesinde zenginleşmiş. Ne var ki 1269’da, altı ay süren kuşatmanın ardından Birinci Charles kaleyi ele geçirince, Müslümanları sürmüş buradan, onun halefi İkinci Charles ise, Anjou Hanedanı’nın iktidarını ve Katolik dinini pekiştirmek amacıyla tümünü katletmiş. Bugün Lucera’nın övündüğü katedralin yerinde “mauresque” tarzı bir cami yükseliyormuş o çağlarda.
Yıllar önce Venedik’te, Resimli Dünya’yı yazarken, Otranto’dan bir davet almıştım. Kente ayak basar basmaz belediye başkanı, benimle birlikte aynı davete icabet eden yazarlara kentin katedralini gezdirmiş, bir camekânda sergilenen kafatası ve kemik parçalarının Türklerin barbarlığından artakalan tarihsel mirasın bir parçası olduğunu söylemeyi de unutmamıştı. 1999 yılının sonlarına doğruydu, Türkiye’nin AB’ye üyelik adaylığının resmen onaylandığı Helsinki zirvesinden birkaç ay önce. Evet, İstanbul’un fethi ertesinde İtalya’yı da fethedip dünya imparatoru olmayı hayal eden Fatih Sultan Mehmet, veziri Gedik Paşa’yı buralara dek göndermiş, ne var ki Türkler Otranto’yu ele geçirmeyi başaramamıştı. Bu olaydan 200 yüzyıl önce İkinci Charles, Lucera’nın Müslüman halkını toptan yok etmeyi başarmıştı ama.
ODAMDA DANTE’YLE GÖZ GÖZE GELDİM
Kentin saray yavrusu evlerinden birinde, Palazzo Tommasone’de üç uzun gece kaldım. Uzun diyorum çünkü bugüne dek böylesine görkemli bir mekânda uyumamıştım açıkçası. Kırmızı kadife perdeler, her biri kentin bir başka alanına açılan pencereler, duvarları boydan boya kaplayan aynalarla tablolar, bir köşede unutulmuş gibi duran fildişi kakmalı sandık ve onun üzerindeki eski saat, geniş baldaken yatak ve işlemeli yatak örtüsü, tavandan sarkan kristal avize ve Louis tarzı koltuklar, her şey bir eski zaman düşünde gibiydi. Banyo da öyle, aynaları, pencereleri, tavan süslemeleriyle banyodan çok bir kabul salonunu andırıyordu. Evet, bugüne dek böylesine şatafatlı bir otelde kalmamıştım ama iyi uyuduğumu söyleyemem. Hatta hiç uyumadığımı itiraf etmeliyim. Rahat batmadı, hayır. Yatağa uzandığımda, lambayı söndürmeden önce yan duvarda Dante’yi gördüm. Başında defne dalı, sorgulayan gözlerle bana bakıyordu. Şairin edebiyat kitaplarından bildiğimiz ünlü portresi nakşedilmişti duvara. Geceyi Dante’yle baş başa geçirmek, İlahi Komedya’nın yaratıcısını böyle yanı başınızda hissetmek uykunuzun kaçması için yeterli bir neden olmayabilir. Ama portrenin altında, tavan süslemelerinin çivit mavisinden daha koyu, laciverde çalan fona altın harflerle “Hayat yolunun yarısında / kendimi karanlık bir ormanda buldum / doğru yol kaybolmuştu” dizeleri yazılmıştı. “Cehennem” bölümünün girişinde yer alan bu dizeleri Resimli Dünya’nın başına boş yere koymadığımı düşündüm. Roman kahramanı Kâmil Uzman, Venedik’e ayak basar basmaz bindiği kara tabuta benzer gondolla geçer “öbür taraf”a, elini soktuğunda tüm gövdesini ürperten kanalın bulanık suyu, aslında, Stix Irmağı’dır. Romanın sonunda bir cinayete kurban gidecek, ölümü alımlı ve genç bir fahişenin elinden tadacak olan sanat tarihi profesörü anlatının başında “öte yan”a geçmiştir bile. Ne var ki, sanırım, pek fark eden olmadı bu simgesel “geçiş”i. Her neyse, diyeceğim, uykumu kaçıran Dante’nin kendisi değil, portresinin çağrıştırdığı dizeler, yani “Cehennem”in girişiydi. Yine de üstatla hayali bir sohbete dalmaktan kendimi alamadım.
- Üstat, diye girdim söze, İtalya’nın hiç ayak basmadığınız bu ücra köşesinde de olsa sizinle tanışmak benim gibi sıradan bir yazar için büyük onur.
Gülümsedi önce, yüzüne güzel, ferahlatıcı bir aydınlık yayıldı: “Beni tanımanıza sevindim. Uzak yerden geldiğiniz belli. Kiminle müşerref oluyorum?”
- Bir hayranınızla.
- Siz de şairsiniz anladığım kadarıyla.
- Hayır şair değilim. Bir şeyler yazıyorum işte. Şair olsaydım Homeros gibi beni de cehenneme koyardınız her halde.
- Yanılıyorsunuz. Üstadım Virgilius rehberimdi, cehennemi o gezdirdi bana, ama cehennemlik değildi.
OZANIN BİLMEDİĞİ
Virgilius’un da ustası, ilk ozan Homeros’u kastettiğimi anlamamış olamazdı. Yine de üstelemedim. Homeros’u okumadığını biliyordum çünkü, antik dünyayla ilgili tüm bilgisini Virgilius’a borçlu olduğunu da. Peki, dedim, asıl merak ettiğim konu başka. Peygamberimiz Hazreti Muhammed dahil birçok kişiyi kendi ölçütlerinizle, din ve ahlak anlayışınızla yargılayıp cehenneme koyduğunuzu biliyorum.
Sözümü kesti birden. Onları kendisinin değil Tanrı’nın ateşe attığını söyledi.
- Her ne hal ise, diye sürdürdüm konuşmamı, benim asıl merak ettiğim, sizi hazır burada yakalamışken sormak istediğim konu başka. Neden Odisseus? Neden cehennemde o da?
- Ya nerede olması gerekirdi?
- Bilmem, Troya savaşından dönüşte yuvasına kavuşmasına tanrılar engel oldu. Yedi deryalar aşmayı, başına gelen türlü belaları kendi istemedi. Böyle bir limandan bir başka limana savrulmak, karısını bir gergefin başında yıllarca bekletmek kaderiydi onun.
- Kalipso’nun adasında yaşadıkları bela mıydı gerçekten? Ya şehvetli Kirke’nin yatağında yaptıkları? Sofrasında yedikleri?
- Kirke, Odisseus’un adamlarını domuza çevirdi ama ona dokunmadı.
- Zaten domuzun biriydi de ondan.
- Yani günahkârdı öyle mi?
- Hem de nasıl! Ne iyi bir koca ne de iyi bir baba olabildi. O ada benim şu ada senin dolaşıp durdu bir ömür boyu. Keyfince yaşadı okyanusta kaybolmadan önce.
- Ya sirenler? Çağrılarına kapılmamak için kendini geminin direğine bağlatması? Tepegöz’le savaşı?
- Siz savaş mı diyorsunuz başvurduğu hileye? Düzenbazın biriydi.
- Hilebazdı doğru, ama meraklıydı aynı zamanda. Bana sorarsanız haz düşkünü de değildi. Dünyayı keşfetmekti tek amacı.
- Dipsiz kile boş çuval! Gerçek bilgiyi değil yararsız, boş şeyleri aradı. Sonunda layık olduğu yeri buldu işte. Domuzun biriydi örnek aldığınız kahraman.
İçim sızladı bir an. Beni bekleyen, hep bekleyen yakınlarımı, eşimle kızımı düşündüm. Yıllar önce bu bölgeyi birlikte dolaştığım Mehmet Yaşin de gezi kitabı Uzaknâme’yi eşi ve kızına “bekledikleri için” diye ithaf etmemiş miydi? Ve sonunda, dilenci kılığında da olsa, İthake’ye dönmüş, onu bekleyenlere kavuşmuştu Odisseus. Belli ki üstadın bu mutlu sondan haberi yoktu. Cahilliğini yüzüne vurmamak için konuyu değiştirdim. Adına ilk kez Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Otuz Beş Yaş” şiirinde rastladığımı, “Dante gibi ortasındayız ömrün” dizesindeki bu tuhaf adı garipseyip Dante’yi dantel anladığımı söyledim kendisine. Beklentimin tam tersine gülmedi, kaşlarını çatıp bu yanlış anlamanın kendisine pek yakıştığını, çünkü “ömrü” olmasa da “şiiri” dantel gibi işlediğini belirtme gereğini duydu. Tüm büyük şairler gibi “küçük dağları ben yarattım” havasındaydı üstat, ne var ki Lucera’da değil küçük dağ, orta boy bir tepe bile yoktu. Engebesiz, düz arazideydik. Onunla vedalaşmadan önce, yine “Cehennem”den şu dizeleri mırıldandım: “Buraya giren kapıda bıraksın umudu.”
YAZIN SOKAKLAR EVLERİN İÇİ GİBİ
Kentin tarihi sokaklarına döşenenmiş dikdörtgen, çok büyük taşların siyah olanları, volkanik araziden, yani Vezüv Yanardağı’nın püskürttüğü lav artıklarından geliyormuş, beyazların ise nereden geldikleri belli değil. Daha doğrusu ben öğrenemedim. Eski kentin dar sokaklar boyunca uzanan iki katlı evler, küçük alanlara bakan saraylar ve küçük kiliselerden oluşan bağdaşık bir mimari dokusu var. Ne bir parça toprağa ne de asfalta rastlamak mümkün. Her yer silme taş. Buna karşılık aynı şeyi sur dışında kalan mahalleler için söylemek zor. Bu mahallelerde toplu konutların, asfalt yolların yanı sıra boş arsalar da görebilirsiniz. Hangi ülkede olursanız olun, yolunuz Akdeniz ikliminde bir kentin kenar mahallelerine düşmüşse orada mutlaka yıkık bir duvar, yalnız bir incir ağacı ve kuytuda, dünyanın hay-ı huyundan, gürültüsünden uzakta yaşanmış bir çocukluk vardır.
Geceleyin geç vakit, hafta içi değil ama hafta sonları, ben yaştakilerin uykuya hazırlandığı saatlerde gençler dolduruyor sokakları. Sokak bu kentte, Mezzogeornio’nun tüm kentlerinde olduğu gibi, evin bir parçası. Sandalyeler dışarı çıkarılıp oturma odası sokağa taşınıyor. Geveze bir kalabalık dolduruyor ortalığı. Bu arada gençler de boş durmuyor elbette, canım esmer kızlar, bitirim delikanlılarla eşikte ya da düpedüz ayakta işi pişiriyor. Bana da seyretmek kalıyor. Seyreyleyip iç çekmek. Yolun yarısı öyle mi? Hadi canım sen de! O duygu Dante’yle geçmişte kaldı. Yolun sonuna geldim sayılır ama ne ben farkındayım bunun ne de yüreğim.
KAPALI KAPILARIN ARDINDAKİ GÜZELLİKLER
Kentin kesme taş döşeli dar sokaklarında dolaşır, eski evlerin balkonlu cephelerine, kapalı kepenklerine, avlularındaki çeşme ve yontulara bakarken bir zamanlar burada zengin ailelerin de yaşadığını anlıyorsunuz. Mimari doku ilk bakışta tüm gizlerini, saklı güzelliklerini ele vermiyor. Ama merak edip evlerden içeriye girdiğinizde eşraf konaklarıyla değil düpedüz saray yavrularıyla karşılaşıyorsunuz. En eskisi 16’ncı yüzyıldan kalma, çoğu 18 ve 19’uncu yüzyıllarda yapılmış bu sarayların salonları, odaları, tavan süslemeleri gerçekten şaşırtıyor insanı. Sayılarının çokluğu da. Palazzo Ardito, Palazzo Campana, Palazzo Caso, Palazzo Nocelli, Palazzo Belvedere, Palazzo Darco, Palazzo Mascia, Palazzo Corrada ve daha niceleri, saymakla bitmez. Venedik’te Büyük Kanal boyunca sıralanan gotik saraylar değil bunlar, Lucera’nın ara sokaklarında kaybolmuş alçakgönüllü yapılar. Ne Venedik sarayları gibi suya yansıyan suretlerini seyreyliyor ne de gelen geçene çalım satıyorlar. Öyle hemen ele vermiyorlar kendilerini, güzelliklerini her önüne gelene sunmuyorlar. Ama kapalı kapıların ardındaki kuytu avlularını, mermer merdivenlerle çıkılan geniş salonlardaki antik aynaları, 18’inci yüzyıldan kalma göz kamaştıran mobilyalarını ve yüksek tavanlı odalarının duvarlarındaki tabloları keşfetmek bir eski zaman duygusu veriyor. Çoğu, restore edilip yenileştirilerek, son derece özenle döşenerek otele dönüştürülmüş.