Nedim GÜRSEL
Oluşturulma Tarihi: Temmuz 13, 2009 00:00
Fransa’nın güneydoğusunda, 1300 nüfuslu küçük bir köy Grignan. Gözalıcı lavanta tarlalarıyla çevrili. Şatosu, çeşmeleri, şarabı, peyniri, altın değerindeki trüf mantarıyla ünlü. Ancak bu küçük köyü benzersiz kılan özelliği, Mektup Festivali.
Grignan’a bu ikinci gelişim. İlkinde, her yıl temmuz ayında Madame de Sevigne’nin anısına düzenlenen Mektup Festivali’ne katılmak için postu sermiştim buraya, dolayısıyla kayalık tepenin üzerine bir kartal yuvası gibi tünemiş şatoyu gezmeye vaktim olmamıştı. Kuşkusuz bu nedenle, “Derin Fransa” izlenimlerimi anlattığım Hatırla Barbara’da Grignan üzerine şunları yazmışım: “Fransız edebiyat tarihinde kızı Madame de Grignan’a yazdığı mektuplarla iz bırakan Madame de Sevigne’nin şatosu, uzaktan bakıldığında, düşman saldırısını beklemekten bıkıp surlarının, demir parmaklıklı pencerelerinin, mazgal delikleriyle kulelerinin ardına çekilmiş kendi halinde bir kaleyi andırıyor”.
PULUNUZ POSTACIDAN
Gerçi dar sokaklardan şatoya dek tırmanmış, festival vesilesiyle geniş bahçenin neredeyse her köşesine özenle yerleştirilen eski masaların birine oturup ziyaretçilerin yaptığı gibi ben de bir mektup yazmış, sonra da pulunu yapıştırmadan postaya vermiştim. Festivalin sponsorlarından Posta İdaresi buradan gönderilen mektupları alıcısına bedava ulaştırıyordu.
Bu festivalin önemli olduğu kanısındayım, çünkü mektup hayatımızdan beklenmedik bir biçimde çıktı. Bilgisayar ekranı karşısına geçip yakınlarımızla anında haberleşebiliyoruz artık ya da birbirimize elektronik posta gönderiyoruz. Oysa mektup yazmak, çok değil bir kaç yıl öncesine dek, başlı başına bir iş, güzel bir uğraştı. Ünlü yazar ve sanatçıların mektuplaşmalarını düşünüyorum. Örneğin 12.yüzyılda kale olarak yapılmış, sonradan oturma mekânına dönüştürülmüş, Rönesans mimarisinin belirli özelliklerini taşıyan bu şatonun sakinlerinden Madam de Sevigne yalnızca kızına yazdığı mektuplarla bir başyapıt oluşturarak Fransız edebiyatında iz bırakabilmiş. Bir bakıma Kafka ya da Flaubert için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Van Gogh bu bölgeden kardeşi Theo’ya mektup yazmasaydı, sanatçının yalnızca hayatı değil yapıtı hakkında da pek çok bilgiden yoksun kalacaktık. Ne yalnızlığından, çektiği acılardan ne de doğayla kucak kucağa, kendini resme adayarak, tapınırcasına çalıştığından haberimiz olacaktı.
UNUTULMAYAN ŞATO
Bu kez bahçesinde mektup yazmakla yetinmedim, içini de gezdim şatonun. Sevigne’nin adını taşıyan ikinci katın kulesinde bu soylu kadının çalışma odasını, özel eşyalarını gördüm. Gerçi Madame de Sevigne hayatının büyük bölümünü Paris’te Hotel de Carnavalet’de, “Güneş Kral” diye de bilinen XIV. Louis’nin maiyetinde geçirmiş ama, burada hayata veda etmiş. Çağdaşı Racine’e yazdığı “Burada geceler sizin günlerinizden çok daha güzel” diye başlayan ünlü mektubunu da bu şatodan göndermiş.
Doğup büyüdüğü bu köyü, evi olarak benimsediği bu şatoyu unutmadığı mektuplarından belli. Paris’te ama Grignan’da yaşıyormuş gibi. Örneğin şöyle yazıyor kızına: “Grignan’da görür gibiyim sizi. Ne bir ağaç var çevrenizde ne de serinlemek için bir mağara. Nerelerde gezip dolaştığınızı merak ediyorum doğrusu. Bahçede gezinirken rüzgâr alıp götürebilir. 0 zaman ben de burada penceremi açık tutar, evime buyur ederim sizi.”
KIZIMA YAZAMAM Kİ
Sabah serininde Grignan’da, ulu bir çınarın gölgelediği kahvedeyim. Az sonra, güneş bulutsuz, mavi göğü yarıladığında, Van Gogh’u çıldırtan Akdeniz güneşi çatılara vurup sokakları kavurmaya başladığında, sıcak bastıracak. “Cehennem yeryüzüne inmiş sanırsın, öylesine sıcak bir temmuzdu” diye yazmıştım bir öykümde. Buradaysa sevdiğim genç kadına, ilk kez, telefona gerek duymadan mektup yazıyorum. Az ötede, bu bölgenin tüm köylerinde olduğu gibi, alanın orta yerinde bir çeşme var. Ve çeşmenin yanı başında elinde kuştüyü kalemi, başında kıvır kıvır peruğuyla Madame de Sevigne’nin bir heykeli. Belli ki, kızına yazıyor yine. Ona duyduğu özlemi dile getirmekle yetinmiyor, Paris’te olan biten herşeyi de anlatıyor. Ben de kızıma yazmak isterdim. Oysa bu neredeyse imkânsız. Çünkü kızım Leylâ 14 yaşında ve ömründe ne bir mektup yazdı ne de bir mektup aldı. 0, bilgisayar çağının çocuğu. Dolayısıyla elektronik postadan ya da “çetleşme” den başka bir şey bilmiyor. Ve, Madame de Sevigne, bana acır gibi gülümsüyor oturduğu yerden.
FİKRET MUALLA BAŞKA YÖNE BAKMAYI SEÇMİŞTİ
Grignan kuşkusuz güney Fransa’nın en güzel köylerinden. Şatonun bulunduğu sarp kayaların eteğinde kümelenmiş taş evlerle dar sokaklardan ibaret. Bir de çınarların gölgelendirdirdiği çeşmelerden. Lavanta tarlaları, mor, eflâtun, günbatımında karaya çalan renkleriyle göz alabildiğine uzanıyor. Düz arazide tek engebe şatonun tünediği kaya parçası. Bu da ayrı bir özellik katıyor manzaraya, Grignan’ı benzeri konumdaki köylerden farklı kılıyor. Bir zamanlar Fikret Muallâ’nın izini sürerken de, Durance Irmağı boyunca lavanta tarlalarının içinden geçmiştim. Ressam bu bölgenin doğasını tüm renkleriyle paletinde karmıştı belki, ama nedense, mora pek rağbet etmemişti. Daha doğrusu Muallâ’nın tablolarında mor ve lâcivert benzersiz bir renk alacasında tablonun neredeyse tüm yüzeyine egemendi ama sanatçının yapıtlarında lavanta tarlalarından iz yoktu. Buradan az ötedeki Reillanne köyünde yalnız yaşayan ve orada sürgünde ölen Fikret Muallâ’mız deniz ve balıklara, daha çok da kadınlara takmıştı kafayı. Bir de, elbette, şarap şişelerine. Çünkü içki yasak, kadınlarsa ulaşılmazdı.