Güncelleme Tarihi:
San Telmo semtinde bir meydanda, oldukça heybetli bir ıhlamur ağacının gölgesine sığınmış bir kahvede, Buenos Aires’i düşünmeye çalışıyordum. Yanıtını bulamadığım sorular beynimin içinde dolaşıp duruyordu: Bu kent neden Avrupalı olmakta ısrar ediyordu? Latin dünyasının ortasında Latin olmayan bir kent insanı düş kırıklığına uğratmaz mıydı? Üç gün boyunca Buenos Aires’i köşe bucak dolaşmış, karşımda hep Avrupa’yı bulmuştum. Oysa gerçek Avrupa biraz ötemdeydi. Onu görmek isteseydim, ona giderdim. Hem de birkaç saat içinde. Oysa Buenos Aires’e varmak için tam 14 saat uçmuş, Avrupalı olmakla övünen bir kentin kollarında bulmuştum kendimi.
Bunları düşünürken gözüme yaşlıca bir adam ilişti. Üstünde çok giyilmekten parlamış siyah bir takım elbise vardı. Pırıl pırıl iskarpinleri göz alıyordu. Başındaki siyah fötr şapka da elbisesi gibi yıpranmıştı. Yaşlı adam bir sandığın üstüne çift hoparlörlü bir kaset çalar yerleştirdi. Cebinden çıkarttığı kaseti koydu ve düğmeye bastı. Müziğin başlamasıyla birlikte yaşlı dansçının yanına genç bir kız yaklaştı. Üstünde kırmızı kadifeden bir elbise vardı. Elbisenin yırtmacı beline kadar uzanıyordu. Siyah file çoraplar ve ince topuklu ayakkabı, güzel bacaklarını daha da güzelleştiriyordu. Kırmızı rujla boyadığı dudaklarına kışkırtıcı bir gülümseme yerleşmişti.
ÖN SEVİŞME GİBİ
Ve Tango başladı. Danstan çok bir kavga, bir ön sevişme gibiydi. Kadın arada bir sanki erkeği tekmelemek istercesine bacağını yukarı savuruyor, sonra çiftin bacakları bir anda kenetleniyordu. Erkek birden kadını kollarının arasında hapsediyor, kendine çekip yanağını yanağına yapıştırıyordu. Ayrılıyorlar sonra tekrar birleşiyorlar, erkek kadını havalandırıyor, kadın o muhteşem bacaklarını adamın gövdesine sarıyordu. Dans kah kavga kah sevişme ritmine bürünüyordu. Ama daha çok ateşli bir sevişmeyi andırıyordu. Tango salgınının Avrupa’yı kasıp kavurduğu yıllarda bu dansı seyreden Winston Churchill, yanındakine şöyle fısıldamıştı: “Peki ama neden ayakta!..”
Tango, Buenos Aires’te hep karşıma çıkmıştı. Sokaklarda, meydanlarda, özel kulüplerde. Kent sakinleri için iyi bir gelir kaynağıydı. Oysa ki bu dans, yüzyılın başında tüm maddi düşüncelerden uzakta, göçmenlerin yurt özlemini, kabadayıların, genelev kadınlarının, aşk ve ihanet öykülerini anlatan bir tutkuydu.
DANSIN DOĞUŞU
Tangonun kökeni tam olarak bilinmiyordu. Tek bilinen gerçek ise bu dansın, dünyanın en geniş nehri Rio Del Plata’nın çamur rengi sularının okyanusla buluştuğu yerde, La Boca’da doğduğuydu. Caminito adlı mahallede Afrika’dan getirilen siyah köleler, melez kadınlar, yerliler, Avrupalı göçmenler, teneke evlerde yoksulluğu paylaşıyorlardı. Bu karışımı göz önüne alan bazı araştırmacılara göre tango Küba kökenli “habenera”larla, güneydeki ıssız pampalarda söylenen “milango”ların karışımından doğmuştu. Bazı araştırmacılar ise tangonun Latince “tangere-dokunmak” fiilinden türediğini, doğrudan genelevlerde, La Boca’nın karanlık sokaklarındaki batakhanelerde doğmuş olabileceğini öne sürüyorlardı.
La Boca rıhtımına yanaşan gemilerden inenler, Sicilya’dan, Kalabriya’dan, Endülüs’ten, Napoli’den, Barcelona’dan gelen işşiz güçsüz takımıydı. Birçoğu da ülkesinde polis tarafından arandığı için bu uzak topraklara kaçmışlardı.
Yazar Nedim Gürsel bir yazısında, tangonun doğuşunu şöyle anlatmıştı: “Genelevde çalışan bir kadının sırtından geçinmek, mezbahada sığır kesmekten ya da kentin zengin mahallerine öküz arabalarıyla erzak taşımaktan daha çok işlerine geliyordu. Akdeniz güneşinde yanmış, genç ve yakışıklıydılar. Deyim yerindeyse bıçkın delikanlılardı. Ama, ‘bıçağın karanlık parıltısı’ndan da bir şeyler vardı bakışlarında. Tango, ilk başta işte bu insanların dünyasını yansıtan, genelevde çalıştırdıkları kadınlarla ilişkilerini, bıçak dövüşlerini, kıskançlıklarını dile getiren bir ezgi ve dans biçiminde ortaya çıktı. Ağza alınmayacak sözlerle, çete başlarının dillere destan serüvenleriyle bir repertuvar oluşturdular...”
ARJANTİN’İN HER ŞEYİ
Bir göçmenin Hamburg’dan getirdiği ve o zamandan bu yana tango orkestrasının vazgeçilmez çalgısı olan bandoneon, tüm bu şarkılar için kimi zaman hırçın, kimi zaman kederli, kimi zaman neşeli nağmeler üretti.
Buenos Aires genelevlerinde doğan, uzun süre yönetim tarafından yasaklanan tango, 1910’larda Paris’in seçkin gece kulüplerinde baş tacı edilince, Arjantin’e bu sefer “soylu bir kültür” olarak geri döndü. Şimdi tango Arjantin’in her şeyi oldu.
Eğer Buenos Aires’e giderseniz, kimi zaman çalan bir kaset eşliğinde iki dansçı, kimi zaman bir kahveden sızan ezgiler, ya da sokağın bir köşesinde bandeneon çalan bir müzisyen size kentin ritmini dinletir. Ernosto Panzio, Rosendo Mandizebal, Osvaldo Pugliese, Vicento Greco, Everisto Carriego, Pascual Contorsi, Carles Gardel, Astor Piazzola’nın eserleri insanı alıp götüren melonkolik ezgilerle bezelidir. Eğer onlara kapılırsanız, Buenos Aires’i hiç unutamazsınız.
Vejetaryenler giremez!
Arjantin, tangosu kadar lezzetli etleri ile de ünlü. Dünyanın en lezzetli etlerini bu ülkede yedim. Sadece bonfile, patates kızartması ve Malbec şarabı üçlüsünü tadabilmek için binlerce kilometre yolu göze alıp Arjantin’e gidebilirim.
Arjantin’e giderken gözümün önünden bonfilelerin, bifteklerin, T-bone steak’lerin, iki parmak kalınlığında doğranmış ve kabuğu ile birlikte kızartılmış patateslerin, chorizo’ların uçuştuğunu itiraf edebilirim. Bu ülkeye önceki gidişlerimde, gerek Patagonya’da gerekse Buenos Aires’te yediğim etlerin lezzetini yıllar boyu unutamadım. Bu nedenle, dünyanın bir çok yerinde gittiğim et lokantasında (New York’taki Peter Luger hariç) yediğim etleri beğenmedim. Son gezimde, bu lezzetli etlerin tadına yeniden bakabileceğim için çok heyecanlıydım.
Eğer vejeteryansanız Arjantin’e gitmenizi pek önermem. Çünkü bu gezi sizin için tam bir kabusa dönüşebilir. Yani bu ülke et severlerin cennetidir. Hiçbir akşam yemeği kalın, sulu, lezzetli bonfilesiz, bifteksiz, sosissiz, yüreksiz, böbreksiz düşünülemez. Bunların yanına yakışan tek sebze de patates kızartmasıdır.
Arjantin etinin sırrı, güneydeki uçsuz bucaksız pampa’larda gizlidir. Hayvan sürüleri, bu pampaların otları ve çiçekleri ile beslenirler. Etin lezzetli olması için burada her şey mevcuttur: Temiz hava, bol su ve geniş otlaklar.
Parillas denen et lokantalarını ülkenin her köşesinde bulmanız mümkündür. Buralarda akşam yemeği servisi 21.00’den sonra başlar ve gece yarısına kadar sürer. Yani Arjantinliler de tüm Akdenizliler gibi akşam yemeğine geç oturup geç kalkarlar. Yani sağlık tutkunlarının “akşam yemeği erken yenmeli” safsatasına pek yüz vermezler.
Arjantin’de etler ya ızgarada kızartılır ya da asado denen teknikle pişirilir. Bu teknikte ortada ateş yakılır. Ortadan ikiye ayrılıp, çarmıha gerilmiş kuzu veya keçiler, ateşe doğru meyilli olarak yatırılır ve döndürülerek kızartılırlar. Ateşte kullanılan odun, ülkenin kuzey doğusundaki ormanlardan gelir. Bu odunların ateşi daha dayanıklıdır ve yanarken çıkan duman etlere bir başka koku ve lezzet katar. Asado yaparken etin üstüne sirke, sarımsak, adaçayı, kekik, maydanoz, kırmızı biberden oluşan özel bir sos sürülür. Bu nedenle etten yükselen koku insanın aklını başından alır.
Izgarada ise sıcaklığın 120 dereceyi geçmemesine özen gösterilir. Etler sadece birer kere alt üst edilir. Eğer daha fazla alt üst ederseniz, etin içindeki suyu kaçırır, kayış gibi bir bonfile yemek zorundu kalırsınız. Arjantinliler eti az pişmiş (paco hecho) severler. Eğer iyi pişmesini istiyorsanız “Bien hecho”, orta karar istiyorsanız “Al punto” demeniz gerekir. Eğer sosis seviyorsanız kendinizi şanslı sayabilirsiniz. Çünkü dünyanın en lezzetli sosisi “Chorizo” Arjantin’de yapılır. Hafif baharatlı bu sosis, yemeğin başlangıcında masaya gelir ve mideyi et ziyafetine hazırlar.
Kabuklarıyla kalınca dilimlenmiş ve yağda altın sarısı kızarmış patatesler, bu lezzetli etlerin en iyi eşlikçisidir. Tabii Arjantin’in ünlü Malbec şarabını da etin yanında yudumlamayı asla ihmal etmemek gerekir.