‘Hamili kart yakınımdır’larla değil, bileğinin hakkı, beyninin kıvrımlarıyla o işi hak etmiş biri. Ve nedense ona ‘Güle güle’ dendi. Ben de bunu içime sindiremiyorum. O benim için hep İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü’nün başında kalacak...
n Sizi İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü’yle özdeşleştirdik. Çünkü medyatik hayatınız öyle başladı. Peki, ondan önce ne vardı?
- Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Biyokimya kürsüsünde görevliydim. Aynı zamanda Adalet Bakanlığı Adli Tıp Kurumu Kimya Dairesi Başkanı’ydım. O tarihlerde -yani 80’li yılların başında- adli tıpla ilgili meseleleri medyada tartışmak mümkün değildi. Öyle bir şeffaflık yoktu. Derken ben, Adli Tıp Kurumu’nda yapılmakta olan babalık tayinleriyle ilgili kaygılarımı dile getirmeye başladım...
n Ve o kaygılarınız medyada yer buldu...
- Aynen. Babalık davalarında, olası babayla, çocuğun kulağının benzerliği, ellerinin ayaklarının benzerliği gibi kriterler temel alınıyordu. Ben de bu durumu çağdışı olarak nitelendiriyordum...
n O zamanlar da ‘çıkıntı’ydınız yani!
- Tabii, her zaman! Zaten bu çıkıntılık yüzündendir ki, 12 yıllık bir hizmetten sonra Adalet Bakanlığı, ‘İçinde bulunduğun teşkilat aleyhine beyanat veremezsin!’ diye beni görevden aldı. İronik olan, kendi içinde bulunduğum kurum, babamın da başkanı olduğu kurumdu...
n Baba, ne yaptı?
- Hiçbir şey...
n Kızmadı mı üzülmedi mi? ‘Kızım bana düşmanlık yapıyor’ demedi mi?
- Yok canım. Üzülmüş olabilir ama ben doğru bildiğimi her zaman söyledim, bunu da kendisinden öğrendim! Benim yapıcı bir eleştiri tarzım vardır: Bir şeyi eleştirdiğim zaman, onun yerine konacak şeyi zaten hazırlamışımdır. Söz konusu eleştiriyi yaptığımda, İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü’nü -yani şu ana kadar başında bulunduğum yeri- zaten kurmuştum. Adı, Adli Tıp Enstitüsü olmakla birlikte, orası adli bilimler alanında yüksek lisans ve doktora vermek üzere kurulmuş bir akademik oluşumdur. Bu kavramı zaten ilk kez Türkiye’ye getiren benim. Adli Bilimler, hekimlik dışında; fizik, kimya, biyoloji, olay yeri inceleme, coğrafi bilgi sistemleri, suç önleme ve denetleme stratejileri gibi çok farklı suçla mücadele tekniklerini ihtiva eden çok büyük bir alandır. Adli Bilimler diye bir kavram Türkiye’de o tarihlerde yoktu, anlaşılmasını kolaylaştırmak için kurumun adı ‘Adli Tıp’ oldu. Ama birinci günden itibaren, verilen diplomalarda Adli Bilimler Yüksek Lisansı ya da Adli Bilimler Doktorası yazdı. Ben bu bilimi, halka indirmeye çalıştım. Kısmen başardım da. Bugün köylerden ‘DANA testi istiyoruz!’ diye geliyorlar, DNA testi diyemiyorlar. Ama en azından babalık tayini için böyle bir testin var olduğunu biliyorlar!
OTUZLARIMDA SİLİKTİM
n Siz bunca yıl içinde Profesör Sevil Atasoy olarak, Adli Tıp Enstitüsü’nü geliştirmek için neler yaptınız?
- Biz, dünyada sadece iki üniversitede olan (Lozan ve Krakov) bir yüksek lisans ve doktora programı açtık. İnter-disipliner Adli Bilimler. Gazeteci, polis, kimyacı, coğrafyacı gibi değişik mesleklerden olan insanlar aynı sınıf içinde yer alıyor. Ve siz onlara ortak bir suçla mücadele konsepti veriyorsunuz. Sonra da kendi mesleklerine göre yapabilecekleri işleri öğretiyorsunuz. Sonra, ‘olay yeri inceleme’ diye spesifik ekipler yoktu Türkiye’de, olması gerektiğini söyledik, o personeli eğittik...
n Kendinizi huzurlu, görevini tamamlamış, vazifesini bitirmiş, yapabileceğini yapmış gibi hissediyor musunuz?
- Kafanız çalışıyorsa hiçbir zaman böyle hissetmezsiniz! Hele suçla mücadelede. Global terörün olduğu bir dünyada, illegal eylem, her zaman legal eylemin bir adım önündedir. Dolayısıyla vazife, hiçbir zaman bitmez...
n Bu kadar güzel, sıradışı, akıllı, bilgili, gösterişli ve dişi olmanın hediyeleri neler, cezaları neler?
- Bu tür iltifatları son 5 senedir duyuyorum. Resmen 50’mden sonra güzel kadın ilan edildim. Ama fotoğraflarıma bakıyorum da 30’larımda filan, gerçekten silikmişim. Kafamın içindekiler geliştikçe, sanırım kendime olan güvenim de arttı. İnsandaki beyin gücü, yüzüne, gözlerine bütün vücut diline yansıyor. O nedenle ‘Yaşlandı... Artık gençlere bu görevi devretmeli’ söylemine maalesef katılamıyorum! Çünkü yıllar bana yaradı: Hem iltifatlar arttı, hem de bilgim!
n 18 yıldan sonra ‘Hizmetleriniz için teşekkür ederiz ama artık bu kurumun başkanı değilsiniz... Yaşlandınız!’ dediklerinde ne hissettiniz?
- Tabii böyle söylemediler ama gerekçe olarak yaşımı gösterdiler. Bu da biraz gülünç. Akademisyenler için 55, en verimli yaştır. Anlaşılması gereken şöyle bir nokta var: Bu kuruluşun müdürlüğü bir yöneticilik değil, liderliktir. Yani benim yaptığım ‘lidership’ idi, ‘management’ değil. Ha siz, ‘Yöneticilikte daha genç bir kadro gerekir’ diyebilirsiniz, ama liderlik başka bir şeydir, gençlik diye tutturmak abestir. Liderlikte bilgi birikimi önemlidir, geçmiş deneyimler önemlidir, sebep sonuç ilişkisini kurabilmek, sentez yapabilmek gereklidir. Bunlar da yaşla gelen şeylerdir, bazen 55 bile yetmez. Dolayısıyla, ben bu yaş meselesini kaldırıp kenara koyuyorum...
MARKAYI BEN YARATTIM
n Peki siz görevinize son verilmesini neye bağlıyorsunuz?
- Yapmamı istedikleri veya yapmayı kabul etmeyeceğimi bildikleri bir şeyin sebep olduğuna inanıyorum.
n Nasıl yani?
- Ya bana bir şey söylediler, ben yapmadım, bu kuruma başka misyonlar yüklemek istediler, ben kabul etmedim. Ya da teklif etmeye bile gerek duymadılar, çünkü kabul etmeyeceğimi, dahası onlara engel olacağımı biliyorlardı. Ben çok açık konuşan bir insanım, her yerde fikrimi ve duruşumu belli ederim. Bu tabii benim kurgum. Çünkü öne sürülen şeyler akılcı gelmiyor.
n Bir diğer gerekçe de ‘18 yıldır o koltukta oturuyor, bir 50 yıl daha mı otursun?’ idi...
- ‘Görevi genç kuşaklara devredelim’ meselesi. Tamam öyleyse, neden bizim yetiştirdiğimiz, bizim içimizden çıkan birine değil de, tamamen dışımızdan birine... Biz orada neredeyse, 20 yıldır ders anlatıyoruz. Bu, on binlerce ders saati demek. Neden bir tek ders anlatmamış, bir tek tez yönetmemiş ve öğrencilerimizi mezun etmek için kurduğumuz jürilerin içinde bir tek kez dahi yer almamış biri benim ardımdan oraya getiriliyor?
n Sizce neden?
- Söylüyorum, bilmiyorum. Ama şunu biliyorum: Bu, bir bayrak teslimi ise, bayrak, birlikte çalışan insanlardan birine teslim edilirdi. Burada başka bir şey var...
n Bir kurumla anılmak hatta onu geçmek cezalandırılması gereken bir şey mi? Sizce, ‘adli bilimler markası’ndan daha ünlü bir marka olduğunuz için mi görevden alındınız?
- İyi de onu markalaştıran benim. Benden önce ‘adli bilimler’ diye bir şey yoktu. Böyle bir markayı oluşturdum. Tabii ki buna dolaylı bir biçimde destek veren şeyler oldu, Discovery Channel’daki programlar, bu konuda yazılmış romanlar, çekilen
filmler gibi. Ben yükselen bir şeyi 20 yıl önce fark ettim...
n Hangi özelliğiniz olmasaydı, göreve devam edebilirdiniz?
- Benim o kadar çok özelliğim var ki, bilmem ki hangisi onları rahatsız etti!
n Sizi kendilerinden görmedikleri için görevden almış olabilirler mi?
- Adli Tıp Enstitüsü’nün misyonu eğitim, öğretim ve araştırmadır. Bu misyonu değiştirmek ve başka bir şey yapmak isteyenler olabilir. Eylüle kalmadan bu kurumdan ne istediklerini ve beni niye değiştirdiklerini hep birlikte göreceğiz...
Roman teklifi geliyor ama vaktim yokn Niye bizim bir seri katilimiz yok?
- Olmadığını söylemek mümkün değil ki! Belki seri cinayetler var ama biz bunları birbirine bağlayamıyoruz. Şu anda yasasını çıkartmayı başardığımız bir DNA Bankası projesi var. Bu, bize veri tabanı imkanı sağlayabilecek. Yasal bir biçimde işleme girdiğinde, faili meçhul olaylarda faili bulamamışsak bile, olayları birbirine bağlayabilme şansımız olacak...
n Bu da mi sizin çabanızla gerçekleşiyor?
-Öyle de diyebiliriz. Önümüzdeki 10 yılda suç aydınlatmada büyük bir sıçrama yapacağımız kesin. Zaten bu şart. Ben aynı zamanda Interpol’ün içindeki uluslararası DNA veri tabanları komisyonunda çalışıyorum. DNA bankasının sadece ülkenin içinde olması bir işe yaramaz, ülkeler arası karşılaştırma yapılabilmek de gerekiyor, bunun için ortak projeler üretiyoruz...
n ‘Kusursuz cinayetin romanı’nı ne zaman yazacaksınız ya da yazacak mısınız?
-Belki de ben sonunda kusursuz cinayeti işleyeceğim! ‘Nasıl adam öldürülür de geride hiç iz bırakılmaz, faili hiç ortaya çıkmaz...’ Nedense, bunlar çok merak ediliyor. İşin garip tarafı, çok okumuş, çok entelektüel dostlarım bile, yarı şaka, yarı ciddi ‘N’olur şunu bize öğret’ diyorlar. Katiyen söylemem. Meslek sırrı!
n Siz kusursuz cinayet nasıl işlenir biliyor musunuz!
- Biliyorum tabii. Dünyanın çeşitli yerlerinde böyle cinayetler işleniyor zaten.
n Yöntemi biliyorsunuz yani.
- Evet. Birçok insan böyle öldürülüyor ve ‘Öldü’ deniyor. Bunun için dáhi olmaya gerek yok. Ama bilgili olmaya gerek var. Roman meselesine gelince, devamlı böyle teklifler geliyor ama şu anda ona ayıracak vaktim yok...