KuÅŸların babası uçtu gitti

Güncelleme Tarihi:

Kuşların babası uçtu gitti
OluÅŸturulma Tarihi: Eylül 30, 2001 00:00

KuÅŸların sadece ressamı deÄŸil, aynı zamanda babasıydı. Bir yandan resmederken, bir yandan da sevip, bakıp, koruduÄŸu kuÅŸlarla Meriç nehrinin Filibe kıyılarında küçücük bir çocukken kurduÄŸu iliÅŸkiyi, ömrü boyunca hiçbir ÅŸeyle deÄŸiÅŸmedi. Hayatı Kemalettin TuÄŸcu öykülerini aratmayacak trajediler ve sıkı bir serserinin kurgulanmış günlüğüyle yarışacak maceralarla geçen Salih Acar, geçtiÄŸimiz hafta tüm kuÅŸlarını yetim bırakarak, insanlarını pek sevemediÄŸi bu dünyadan göçtü. Umarım, kıskandığı kuÅŸlarınki gibi bir göç olmuÅŸtur bu. O ki, yaÅŸamaya çabaladığımız hayatları da kuÅŸların göçlerine benzetirdi; bir yerlere doÄŸru uçuyorduk hepimiz, bu uçuÅŸu uzun süre devam ettirip hedefine varabilenler oluyordu, varamayanlar oluyordu. Bulgar göçmeni bir tabelacı olarak kalıp ömür boyu vitrin camlarına yazı yazmak da vardı belki kaderinde, ama hayır, o Türk resim tarihine geçti. Ne mutluydu hedefe eriÅŸebilenlere! Bulgaristan'ın Filibe ÅŸehrinde, Meriç nehrine bakan küçük bir evde, 1927 yılında doÄŸar, Salih Kázım Ademof. DoÄŸduÄŸunda, bir zamanlar varlıklı bir tütün tüccarı olan babası çoktan sıfırı tüketmiÅŸ, dolayısıyla evden çok kulübeye benzeyen bu mekanda, uzun yıllar peÅŸini bırakmayacak bir sefalet karşılamıştır onu. Gözünü açtığı andan itibaren Meriç'in suyuna, balıklarına, üzerinde uçan kuÅŸlara, toprağında yaÅŸayan böceklere tutulur. Oyuncak, top nedir bilmez. Çimenlere uzanıp saatlerce kuÅŸları izleyen küçük çocuk, göçleri gecikince üzülür, fırtınalı havalarda nerede barınacaklarını düşünerek hüngür hüngür aÄŸlar. Tutabildiklerini ise eve getirip besler. ‘‘Çayka’’ları (Deniz kırlangıcı) çok sevdiÄŸi için babası onu Çayka diye çağıracaktır.Ancak bu mutlu günleri, yedi yaşındayken geçirdiÄŸi bir çocukluk kazasıyla sonlanır (Her zaman atladığı duvar, bu kez kalleÅŸlik eder). Kırılan sol bacağı, cahil ailesi ve komÅŸuların soÄŸanlı, sarmısaklı ‘‘tedavi’’leriyle çürümeye yüz tutar. Hastaneye götürüldüğünde artık çok geçtir. Yedi yaşından baÅŸlayarak, tam üç yılını, Varna'da bir hastane odasında geçirir. Pranga gibi iki kalasla baÄŸlı omuzları ve başı aÅŸağıda, kum torbası baÄŸlanmış bacakları yukarıda yatarak. Her gün, o gün bacağının kesileceÄŸi korkusuyla uyanarak. Ãœstelik o giderken annesinin saçından üç teli bir kibrit kutusuna koymayı ihmal etmemesine raÄŸmen ailesi onu bu üç yıl boyunca bir güzel unutmuÅŸken. HemÅŸireler yatak komÅŸusu, varlıklı Rus prensi Maksim'e gösterdikleri ihtimamı, ondan hep esirgerken. Kendi güzel yazısı dururken, onun kargacık burgacık yazısını pohpohladıkları için, yazmaya, okumaya küstüğü gibi, insanlara da orada küser. (Hayatı boyunca insanlarla da barışmaz, iki akademi bitirmesine raÄŸmen, okuma yazmayı da bir türlü beceremez). Bu üç yıl boyunca yegane dostları, hastane penceresinden seyrettiÄŸi deniz, vapurlar ve özellikle kuÅŸlar olur. STALÄ°N RESÄ°MLERÄ°YLE BAÅžLADIKesilmekten kurtulan ama sakat kalan bacağıyla eve döndüğünde de mutlu günler beklemiyordur onu. Daha aylarca alçıda kalacak, yatmaktan oluÅŸan yaraları kollarını çürütecek, demir bacak ve koltuk deÄŸnekleriyle cebelleÅŸecektir. Okula hiç alışamaz, hatta nefret eder; sevdiÄŸi dersler müzik ve resimden ibaret olunca, liseyi bitirmeyi de baÅŸaramaz. Bunlardan kurtulduÄŸunda gelen ise Ä°kinci Dünya Savaşı günlerinden baÅŸka bir ÅŸey deÄŸildir. Mısır koçanından yapılmış ve karneyle dağıtılan ekmekler karnını hiç doyurmaz. Ama belinde tabancası eksik deÄŸildir. Çünkü, pek anlayamayasa da fakir ve zengin farkı kalmayacağına inanıp Komünist Parti'ye girmiÅŸtir. Trenler bombalanır, çatılara arabalar konar, havadan el kol parçaları düşerken, afiÅŸleri çizmek onun iÅŸidir. Bir de Stalin resimleri yapmak! SavaÅŸtan sonra partide giderek uzayan kara listeler, politikanın acımasız yüzü, onu sık sık doÄŸaya kaçma isteÄŸiyle kıvrandırmaktadır. Sanat konuÅŸmaları yaptığı arkadaÅŸlarının da etkisiyle, resmin ona müthiÅŸ bir heyecan verdiÄŸini keÅŸfeder. 1945 yılında resim okumak üzere Sofya yolundadır. Ama Güzel Sanatlar Akademisi'ne girmek öyle kolay deÄŸildir. Binlerce öğrenciyle birlikte bir ay boyunca sınavlara girer, bu arada lokanta artıklarıyla beslenir (Bu konuda acayip yöntemler geliÅŸtirmiÅŸ, ama aÄŸzına attığı her lokma açlığını bastırırken ona büyük acılar vermiÅŸtir), hemÅŸirelerin resimlerini yaparak hastanelerde ısınır, tren istasyonlarında, bazen okulun bahçesindeki antik küpün içinde uyur. Sonunda Fresk bölümüne kaydolmayı baÅŸarır. Bu bitli günlerde, yeteneÄŸini kullanıp sahte ekmek karnesi yaparak karnını doyurması da vakayı adiyedendir. Ama en azından akademide büyük sanatçılarla tanışmak ruhunu doyurmaktadır.Yaz tatillerinde konserve fabrikalarında, tütün depolarında, yol inÅŸaatlarında, bataklık kurutma iÅŸlerinde çalışır. Ama yeteneÄŸi de para kazandırır ona; mesela hamallık yaptığı bir fabrikada ressam olduÄŸunu öğrenirler. Derhal müdüriyete çağırılır ve üç metre büyüklüğünde bir Stalin portresi yapmasını isterler. Ardından Lenin, Tito, Dimitrov, Mao, Marks, Engels ve parti önderleri gelecek, topal ayakla hamallık yapmaktan en azından bir süreliÄŸine kurtulacaktır. Bir süreliÄŸine, çünkü ailesinin Türkiye'ye göç isteÄŸi, ilk onu Ä°stanbul yollarına düşürecek, Komünist Parti'yle iliÅŸkisi nedeniyle sürekli sorgulandığı Edirne'deki zorunlu ikametinde de aylarca açlık çekecektir. Ä°ÅŸte 1951'deki o günlerden birinde, yine Meriç'in sularına bakarak ‘‘insanlardan vazgeçer.’’ Kendini suların derinliklerine tam atacağı sırada bir ördek sürüsü başını sudan kaldırıp sonsuzluÄŸa doÄŸru uçmaya baÅŸlar. Bu kanat çırpış, içinde bir ÅŸeyleri deÄŸiÅŸtirir: ‘‘Ne diye insanlarla uÄŸraşıyorum?’’ diye düşünür, yalnızca doÄŸayla içiçe olmaya karar verir. Ä°stanbul'da Güzel Sanatlar'a giriÅŸi de hiç kolay olmaz. ‘‘İyi bir ressam ama kötü bir yönetici ve hayatta rastladığım en duygusuz insanlardan biri’’ olarak tanımladığı Zeki Faik Ä°zer, onu almamak için elinden geleni yapar. Uzun bir inatlaÅŸma ve hukuk mücadelesi sonucu girebildiÄŸi akademiyi, Türkçe ve okuma-yazmayla olan sorunları yüzünden güçlükle bitirir. Bu arada boyacılık, balıkçılık, tabelacılık, fuar pavyonları vs. yaparak geçinir. 1955'te ilk sergisini açar. Ama ne yapacağını pek bilemez, o yüzden de daha çok fresk, grafit, tahta oyma, heykel, vitray, mozaik sergisi olur bu. Bir dönem genelev kadınlarını resimler (Böylece ‘‘seks durumu’’nu da halleder). Arayış içindedir. Bu arada kıyılarda dolaÅŸmayı, kuÅŸları izlemeyi hiç bırakmamıştır. Hep çaykaları, o tatlı deniz kuÅŸunu aramaktadır gözleri. Nerede bir çayka görse, aynada suratını görmüş gibi olur. Bir böcek görünce çok utanır! Ne kadar çirkin olduÄŸunu düşünür; elbiselerle, don gömlekle. Saç boyası, ÅŸampuan mampuan, kokular. Yine sorar: ‘‘İnsan dediÄŸin nedir ki, nesini çizeyim onun?’’ Sonra farkeder; yüreÄŸini coÅŸturan, gözlerini çakmak çakmak parlatan, yaÅŸadığı dünyadan onu uzaklara götüren sadece kuÅŸlardır. Hep kıskanmıştır kuÅŸları. Özellikle yaban olanlarını. Onları resmetmeye baÅŸlar. Tablolarında binlerce kuÅŸ, kıvrak bedenleri, estetik, yer yer nakışsı hareketleri, kanatlarını ritmik vuruÅŸlarıyla birer ÅŸiir olurlar. Türkiye doÄŸasındaki kuÅŸlar giderek azalır ama onun kuÅŸları azalmak bilmeksizin üreyip durur. (KuÅŸ ressamı diye tanınır, kuÅŸların babası da olur aynı zamanda ama bir dönem onları vuran avcı da!) Ä°nsanları tanıdıkça havyanları daha çok sever. Yüzü kızaran tek hayvandır insan ve buna ihtiyacı vardır belki de...Türkiye'nin pek çok yerine resimleriyle ulaşır. Evlere en çok giren ressam olur. Sergi açtığı salonlar, bir anda kuÅŸlarla dolar hep. Bu arada Belkıs girer hayatına ve gerçek kuÅŸlar! Bebek yokuÅŸundaki evlerinin bahçesinde dört köpek, 25 güvercin, kerkenez, atmaca, doÄŸan, kartal, baykuÅŸ, ördek, angut, çamurcun, yeÅŸilbaÅŸ, tavus, saka gibi aile fertleriyle birlikte yaÅŸarlar. Nesli tükenen kelaynakları Türkiye ve dünyaya onlar tanıtırlar. KuÅŸ markalamaya o evde karar verir, markaları, günlerce uÄŸraşıp eliyle yapar. Bütün istediÄŸi Türkiye'ye gelen kuÅŸlara dokunmak, sonra da dünyanın dört tarafına uçurmaktır. Manyas'ta markaladığı kuÅŸlardan biri sonradan Mısır'da Krallar Vadisi'nde bulunur. Yaklaşık 10 bin kilometre kanat çırpmıştır. Bu tutku, dünyanın doÄŸa savaşçılarıyla arkadaÅŸ olmalarına, 1975'te DoÄŸal Hayatı Koruma DerneÄŸi'ni kurmalarına kadar gider.HAYATINDAN UÇAN UÇANAAma felaketler ona yazılmıştır bir kere. 1980'lerin başında ‘‘uçan uçana’’dır. 17 yıllık iÅŸ arkadaşı, sevgilisi, karısı, yakın dostu Belkıs, ‘‘tablolarına hapsettiÄŸi bir yaban kuÅŸu gibi’’ gider. Onca yıllık birikimi, tablolarıyla birlikte evi yanar, kül olur. Aynı dönemde annesi ölür. Ama ne diyecektir? SavaÅŸa devam. Sevilen kadın bir daha gelmemecesine evi terk etse de; markalanan bir yavru kuÅŸ, ayağında bileziÄŸi Nil Vadisi'nde ölü bulunsa da...Ölünce cesedinin bir dağın tepesine atılmasını istemiÅŸtir. Hiç olmazsa hem bu dar dünyada bir yer kaplamayacak, hem de eti bir iÅŸe yarayacaktır. Yaban kuÅŸları başına üşüşüp bir güzel karınlarını doyuracak, böylece o da onlarla özlediÄŸi yerlere uçacaktır. Ama olmaz; ölümüne hazırlıksız yakalananlar, Türkiye'nin katı ölüm kurallarının da etkisiyle, istediÄŸi gibi bir mezar bulamazlar ona. Zincirlikuyu'dur mekanı ÅŸimdi; bir gecekondu mahallesine bakan, yamacında davulların zurnaların çalındığı bir toprak parçası. Her zaman tüm resimlerini, varlığını DoÄŸal Hayatı Koruma DerneÄŸi'ne bırakacağını söylemesine raÄŸmen, bürokrasi iÅŸlerinden nefret ettiÄŸi için bunu da yapamamıştır. 9 Ekim'de baÅŸlayacak Ä°stanbul Sanat Fuarı'nda sergilenmek üzere, altı yıldır çalıştığı Ãœrün Sanat Galerisi'ne gidecek resimlerini de henüz gönderememiÅŸtir. Bütün bunlarla ilgilenebilecek, Bulgaristan'da yaÅŸayan yaÅŸlı ablasından baÅŸka birini bırakmamıştır geride. Artık yetim kalan kuÅŸları hariç...Bir gün şöyle demiÅŸti: ‘‘Beethoven gibi büyük adamlar yine çıkar. Rönesans da gelir. Mısır Medeniyeti de gelir gider. Amerika'yı yıkar, baÅŸtan yaparsın. Ama su ve temiz havayı getiremezsin. O yüzden diyorum ki bu gezegene sahip çıkın, elimizde yalnızca o var.’’ Bunu bir vasiyet olarak kabul edin.Â
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!