Her şeyden önce gözlemleyeceğim kuşlar, ürkek mahluklar. Zaten kuş deyince, beynimdeki tüm durağanlıklara kış kış demekten kendimi alamıyorum. Özgür canlıları konuşacaksak, özgür düşünmeliyiz biraz, değil mi?
Kuşlar. Önce uzaktan süzülen bedenleri, sonra kulağımıza hoş gelen nameleri, sonra bir şiir dizesi olup da ilan ettikleri güle aşkları… İlkokul çağındaki evcilik oyunu aşık olmalarımdan biliyorum. Acemi çaylak gibi aşık oluyorsunuz, bir beceriniz ve yeteneğiniz ve hele hele de özgürlüğünüz yoksa. Kuşların kuşlara, ve bülbüllerin güllere aşkı da böyle acemi bir aşk mı acaba?
O ürkek ama bir o kadar da özgür, o dikkatli ama bir o kadar da panik bu kuş beyinliler, bıkmaz bilmez bir azimle yaptıkları kurları hangi yaşam sevincine borçlular acaba? Beden dilleri ile kabaran, sesleri ile kubaran, dişisine kur yapan, etrafında tur atan, adı Fadime olmasa bile her gördüğünde mutlaka dolanan bu hareketli, canlı ve sevimli şeyler, hayata dair bildiklerimizden daha fazlasını biliyor olabilirler mi acaba? Ya da bildiklerinden daha fazlasını yaşadıklarının farkındalar mı dersiniz? “Fazla naz aşık usandırır” der insanlar. Halbuki bu kuş beyinli erkekler, yaptıkları kuru bir türlü anlamayan dişisinin nazını bir ömür boyu çekiyor.
Her neyse. Bütün ön yargılarımdan uzak bir şekilde, Sultanahmet Meydanı’ndayım işte. İstanbul’u esir alan kar haftasında şu kuş bakışını bitireyim dedim ve daldım meydana. Meydan yaz günlerinin cıvıltısından uzak. Etraf kar, kış, kıyamet. Sere serpe çimlere uzanmış turistler ve çevre okullardan kaçamak yapıp aşklarını meydana dökmüş liseli gençler yok ortalıkta. Ama altın varaklı kubbesi ile, sudan daha fazla bir şeyler sunan Sultanahmet Çeşmesi’nin etrafı bir sürü kuş dolu.
Arada tek tük hatıra fotoğrafı çektirmek isteyenlerin ürküttüğü, kaçışan ve uçuşan kuşların kuru gürültüsünden başka bir şey duyulmuyor. Hemen kenardaki soğuk banklardan birisine oturuyorum. Defterimi açıp, yazma davetimi yapıyorum beynime. Çantamdan çıkarttığım tüfek olsa, yine çevremde dolanırlar mıydı acaba bu kuşlar? Yoksa kalemden kağıttan bir zarar gelmeyeceğini biliyor olabilirler mi, bizim düşünce suçları zabitlerine inat.
Olsun, ne farkeder? O kadar derinlere dalmanın bir anlamı yok. Zaten bildiğim kadarıyla derinlere dalabilen bir kuş türü de çıkmadı şimdiye kadar. Hep yüzeyde kalan, ama başı bulutlarda şu özgür kanatlara, ben de yüzeysel bakarım, olur biter…
Yazma davetimi alan beynimde, o an şimşekler çakmaya başlıyor. İlk kıvılcım, sonrasında büyük bir patlama. Etraftan ses seda çıkmıyor ama, bakalım düşen yıldırım kimleri çarpacak. Gerçi çarpışma çok çok uzaklarda. Bize uzak uçuşan kuşlar kadar, belki de onların göçleri hatta düşleri kadar uzak. Dolayısıyla yıldırımın sesini duymamız, biraz zaman alacak. Zaten hangi doğru, haykırışıyla eş zamanlı bir karşılık buldu ki bu alemde? Gül solduğuna, bülbül uçtuğunda, şair öldüğünde anlaşılıyor işin esası. Ya ben ne halt edeceğim şimdi?
Çimenler üstünde, sanki renkli, desenli ve resimli bir çuha gibi serpiştirilmiş kuşlara bakıyorum. 5 dakika ürkütmeden seyredebilir miyim onları? 5 dakikalarını paylaşırlar mı benimle? Yoksa her özgürün yaptığı gibi, hürriyetime bir kısıtlama mı getirecekler? Özellikle de onları yakından gözlemleme hürriyetime. Doya doya seyretme ve pervasızca yaklaşma hürriyetime?
Kabarık tüyleri dikkatimi çekiyor ilk. Kartvizitlerinin ardına sığınan, etiket avcısı, mobilya meraklısı, makam odası ve araba sevdalısı adamcıklar ya da kadıncıkları çağrıştırıyorlar. O’lum sen bir kuşsun ya! Kuş işte. Senin gramın ne ki? Kabarsan kabarsan o kadarsın işte. Ama kazın ayağı öyle değil galiba. Kur yapmaya devam. Biri kaçıyor, öteki kovalıyor. Kaçan masum. Ama kovalayan da gücüne güvenmiyor sanki. Kendini daha cazip göstermeye çalışıyor, bıkmak tükenmez bilmez bir sabırla. Çoğu insanda olmayan bir sabır hem de, bunlardaki.
Çeşmenin yanındaki çimlerde bekleşiyorlar, içlerinden birinin, “hadi kalkalım” komutunu sezene kadar. Ama bu öyle boşu boşuna bir bekleşme değil. Hepsinin gagası yerde. Sürekli ama sürekli yerden bir şeyler kekeliyorlar. Gagalıyorlar, yiyorlar, yutuyorlar. Bunların kursağının kapasitesi ne kadardır acaba? Ya da benimkisi gibi, midelerindeki şamandıra bozuk mudur nedir? Doyduklarını nasıl anlıyorlar peki?
Ayaklarında kırmızı pabuçlarla beyaz karlara nakış işliyorlar. Eskiler “kuş konmaz kervan geçmez” derlerdi, hiçbir yaşam belirtisi olmayan ıssız yerler için. Bir yere kuş konmazsa, oraya hayat da uğramazdı. Kondukları yere hayat mı veriyor şimdi bunlar? İki ayak, dört parmak, kırmızı pabuçların karda bıraktığı desenleri izliyorum. Ama iz süren bir avcı olsam, nereye kadar giderdi bu sürek avı?
Ötüyorlar sürekli. Kuş dilini bilmek isterdim. Hz. Süleyman’a da soramam şimdi. Neler konuşuyorlar acaba? Onların içinde de psikologlar var mıdır acaba? Ya da akıl hocaları ve Güzin Ablaları? Guruldayıp duruyorlar ama ne söylüyorlardır dersiniz?
Araştırmacı ruh. Nerden de geldi şimdi aklıma? Yerdeki bir susam tanesi için o kırmızı gözler fırıl fırıl dönüyor. Kırmızı pabuçlar dönen gözlerin işaretlediği hedefe doğru yol alıyor sürekli. Gözler ve ayaklar kırmızı. Ama başkasının mahrem hayatını kurcalayan yüz kızartıcı araştırmalar gibi değil bunlarınki. Kendilerine sunulanı, kendi haklarını arıyorlar. Boğazı geçerken gemide simit yiyen çocuğun elindeki alıp kaçanını görmedim daha. Ama attığınız bir parça simidi daha denize düşmeden kapan martılar, boğaz trafiğinin uluslar arası rutini oldu neredeyse. Araştırmacı ruh dedik, nerelere geldik. Bunlar sadece yerdeyken değil, havadayken de araştırıyorlar. Uçarken, süzülürken. Sürekli bir arayıştalar. Ya biz?
Tek ayak üstü pineklemişleri bile üşüyen ayağını ısıtıp, tekrar yem peşinde. Uçmak kaçmak onların tabii hali. Ama bugün uçmuyorlar. Serili kilimde hapsolmuş desen kuşları gibi. Kilimdeki kuşlar üşümez ama ya bu kar üstünde pinekleyen kuşlar? Biri kaçar, öbürü kovalar. Bir koşuşturmaca içinde, üşüdüklerini hissetmiyorlardır belki. Tıpkı bizim beynimizin üşümesini hissedemediğimiz gibi. Üşüyen kafa mı, beyin mi, ruh mu, bilmem ki?
Sezgi güçleri yüksek. Seziyorlar. Buruşuk derilerindeki uyuşuk bitlerini temizlemek için sürekli bir taraflarını gagalıyorlar. Hele hele şu baştan beri gözüme kestirdiğim en kabarık, en heybetli olanı. Gözümün onda olduğunu bilmiyorsa neyim. Arada bir bakışıyoruz. Ne anlıyorsa? Belki o da bana diyordur aynısından. Kuş dilini bilmek vardı kaderde.
Kaşıntıları bitmiyor. Orta Doğu’nun kaşınmasına benzemiyor tabi kaşınmaları. Hem de benziyor. Niye benzemesin ki? Orda da kuşlar, kuş beyinliler, bitler ve bitlerle beslenen asalaklar yok mu sanki? Pardon derin mevzulara girmeyecektim. Kaşınıyorlar, tabi temizleniyorlar da. Sürekli bir silkelenişleri var. O darısı başımıza silkelenişleri ayda bir, bilemedin yılda bir yapabilsek ve üstümüzdeki kirlerden, kumlardan, bitlerden bir silkeleniversek ne kadar da güzel olurdu kimbilir?
Süzülüp gelenleri, yere inmeden kesinlikle milimi milimine biliyor konuşlanacağı yeri. Gideceği yeri de biliyordur bunlar kesin. Öyle ya, karların üstüne serpiştirilmiş gevrek susam tanelerinin yerini kim bildirdi ki bunlara? Gözlerinin ardında saklı kulakları ile kara düşen susam tanelerinin sesini duyamazlar, imkanı yok. Belki de sivri gagalarının üstündeki kabarık burunları ile kokusunu aldılar desem? Sonuçta bir şekilde haberleri var ve buradalar. Ve elleri olmadan da beslenebiliyorlar. Elleri olmadığı için, içlerinde tüyleri kadar kabaran “eller hasretini” yaban ellere giderek giderebilirler mi ki? Sanmam. Ama sanırım yaban ellere gitmek, yaban kazlarının uçması kadar mutlak, onlar için de.
Sultanahmet Meydanı’nda kuş bakışı bir şeyler karalıyorum elimdeki kağıda. Ortada minik bir kuş resmi. Etrafında güneş ışınları gibi çizgiler. Beyin haritası yapıyorum konu başlıklarıyla. Yanımdan geçen birkaç turist elimdeki kağıda bakıyor. “Acemi çocuk” diyorlardır kesin. “Ulen resim böyle mi yapılır?” “Bir de karda kışta, üşünmeden kalkıp buralara kadar gelmişsin!..” Ama sadece yazı olsa, bazı mühim şeyler yazdığım mı anlaşılacaktı? Her görülen, umulan olmayınca, yorumlar da benim kuş bakışı gibi farklı oluyor. Boş bir bakış. O boş bakışları hoş bakışlara çevirmek gerekmez mi? En iyi kuş kafesteki kuş mantığında insanlar. Ya da eldeki bir kuş, daldaki beş kuştan daha iyidir. Tamam da hep bir koyup üç almak sevdasıyla mı geçecek hayat?
İşte yaptı kuş beyinliler yine yapacağını. Muhabbetin içine ettiler yani. O’lum ne sezinledin? Neden panikledin? Beyaz Saray basın açıklamasını duymuş borsacı gibi, lot lot satışlar niye? Ve birisi ön ayak oluyor her seferinde bu kaçışa. Ajan provakatör alçak. No’lucek. Hadi o kaçtı, yahu size ne oluyor be kardeşim? Pinekleyin işte pineklediğiniz yerde. Ama olmuyor, maçlardan bilirim. Küfrü birisi basar ilk, elini birisi kaldırır ilk, taşı birisi atar hep. Kuyuya taş atan biridir her zaman için. İşin yoksa şimdi 49 akıllı bul.
Nerden de kaçtılarsa, şu birinin provakasyonuyla. Ben uçma özgürlüğümü kullanmak istiyorum. Matrix’de Ajan Smith’e diklenen Neo da benzer laflar etmişti: “Telefon açma özgürlüğümü kullanmak istiyorum.” Ve bir beyin dalgası ile etle örülen dudakları ağzını kapatınca Ajan Smith “Konuşamayacak olduktan sonra, telefon açma özgürlüğüne sahip olmanın ne anlamı var Bay Anderson!” demişti, bizim Neo’ya.
Sahi, kuş beyinli olmak uçabilme özgürlüğüne sahip olmak anlamına mı geliyor? Uçmayı, kafataslarının hafifliğine, beyinlerinin fazla ağırlık yapmamasına borçlular. Bizim gibi ağır beyinleri olsa, uçamayacakları kesin. En hafif beyne sahip olmak, hür olmanın diyeti mi şimdi yani? Ya da uçmak için beyni boşaltmak mı gerekiyor? Nasıl yani? Üfff, kafam karıştı.
Kuş diliyle, kuşbakışı bir yazı işte, kağıda döktüklerim. Kuş sütü ile beslenenlere bir şeyler söylemeyeceği kesin. Onlar leyleği havada görmeye alışmışlar bir kere. Onun için akılları bir karış havada. Sürekli kafalarında tutamıyorlar akıllarını.
Ve kuşların sadece süslü tabaklardaki süslü ve soslu haline bayılıyorlar. Yok ettikleri doğal yaşam, şu cennet vatanı kuş uçmaz kervan geçmez bir çöle döndürdüğünde, bize de onlar gibi göç etmek kalacak galiba. Ne dersiniz, kuş gibi düşünmeye başlayalım mı şimdiden? Ya da kuş bakışı bakmaya, hayata?
Sürdürülebilir bir gelecek için… Sevgiyle…
Münir Arıkan
Düşünce Öğretmeni - NLP Trainer