Kültür şövalyesinin objektifinden Türkiye’nin yakın tarihi

Güncelleme Tarihi:

Kültür şövalyesinin objektifinden Türkiye’nin yakın tarihi
Oluşturulma Tarihi: Eylül 12, 2010 00:00

İstanbul’un kültür şövalyesi olarak ünlenen Şakir Eczacıbaşı’nın, ölümünden kısa bir süre önce tamamladığı anıları ‘Çağrışımlar, Tanıklıklar, Dostluklar’ adıyla bu hafta satışa sunulacak. Remzi Kitabevi’nden çıkan ve bir dönemin kültür, sanat, spor, basın ve iş dünyasından renkli anekdotların sunulduğu kitapta Şakir Eczacıbaşı’nın 784 sayfalık hatıratında dönemin toplumsal ve kültürel çalkantılarını anlatırken, yakın tarihimiz açısından önemli olaylara ve ünlü kişilere yer alıyor

Babam Ferit Bey eczacılık diplomasını 19 yaşında almıştı... Osmanlı Devleti büyük bir toplumsal değişim içindeyken, Eczacıbaşı Ferit Bey de yıllardır kurduğu özel eczane açma düşünü gerçekleştiriyordu. Eczahane-i Umumi’nin ortakları hekimlikle uğraştıklarından işlerinin başında bulunamıyorlar, kalfaları denetleyemiyorlar, bu nedenle eczaneyi 250 altına satmak istiyorlardı. Ferit Bey paranın yarısını ödeyip yarısını borçlanarak eczaneyi almıştı. Kendi eczanesini açtıktan sonra da bir süre Guraba Hastanesi’ndeki başeczacılık görevini gönüllü olarak sürdürmüş, eczanedeki işler artınca hastanedeki sorumluluğunu büsbütün bırakmak zorunda kalmıştı. Guraba’dan ayrılırken, kendisiyle her zaman yakından ilgilenmiş olan İzmir Valisi Kamil Paşa’nın önerisiyle İzmir Vilayeti Genel Meclisi onu ‘Eczacıbaşı’ unvanıyla onurlandırmıştı.

BUNALIMLI PİYANO SERÜVENİ

Virtüöz olabilecek düzeyde iyi piyano çaldığı söylenen İtalyan öğretmen, piyanoyu başına gelmiş bir bela gibi gören bu çocuğa, geçimini sağlamak uğruna haftada iki kez katlanmak zorunda kalıyordu. Bazen üst üste yanlış çalınca çıldıracak gibi oluyor, hata yapan parmağımı tuşun üstünde ezercesine başparmağıyla bastırıyordu. Acı duyuyor, bağırıyordum. Bunalımlı piyano serüvenim tam dört yıl sürmüştü. Sonra bir gün, alıştırmaları çalışırken dayanamayıp sandalyeyi piyanoya indirmiş, tuşlarını kırmıştım. Babam tepkimi artık anlamış, piyano derslerine son verdirmişti. Yıllar sonra, bir raporu daktiloya çekmem gerekiyordu. Durup dururken sinirleniyor, tuşlara yanlış basıyor, sayfaları yırtıp yırtıp atıyordum; kan ter içinde kalmıştım. Bir an durup, geçirdiğim bunalımın kaynağını düşündüm: Tuşlardı elbette...

VEDAT HOVARDA BİR İNSANDI

O dönemin geleneğine göre, en büyük oğul, babadan sonraki aile büyüğü sayılır, gerektiğinde babanın görevlerini üstlenirdi. Babam bunu altı erkek çocuğa bakmak, onları koruyup eğitmek zorunda kaldığı için biraz abartmış, Nejat’a hiçbirimize göstermediği ilgiyi göstermiş, her düşüncesini, kararını onunla paylaşmıştı. Bize örnek olması, üstümüzde otorite kurabilmesi için, hiçbirimize tanımadığı hakları ona tanımıştı. Bizler bir ölçüde babamın bu davranışına katlanabiliyorduk; ama Vedat, Nejat’tan ancak iki yaş küçüktü ve onun duyduğu tepki büyük olmuştu. Çok saygılı davranmakla birlikte, babamı üzecek, onu kızdırıp sinirlendirecek şeyler yapıyordu. Vedat hovarda bir insandı. Geceleri cebinde ne varsa harcar, eve beş kuruşsuz dönerdi. Bindiği taksinin parasını ödeyemezse kimseyi uyandırmaz, taksiyi sabaha dek kapıda bekletirdi. Harçlığını bitirirse, bütün hafta borç harç yaşardı.

PROTOKOLDEN MEYHANELERE

Dikdörtgen yemek masasının başına babam, sağına annem oturur, soldan başlayarak yaş sırasına göre çocuklar yerlerini alırdı. Yemek yenirken konuşulmaz, gülünmezdi; bazen babam ya da annem bir konudan söz açarlardı. Ben de sıkıntıdan patlardım. Binde bir Haluk, ortamı uygun bulduğunda, sofraya hizmet eden Fatma’ya laf atıp onu kızdırırdı. Örneğin, Fatma hepimizin sevdiği pufböreğini çok iyi yapar, bundan da gurur duyardı. Haluk börekleri yerken, “Fatma, bunlar gazete kâğıdına benzemiş! Bak, şimdi yediğim Cumhuriyet, bu Vatan, bu da Yeni Asır...” Bunu duyan babam kendini tutamaz, bizlerle gülmeye başlardı. Ben aile sofrasına oturmak istemezdim; çalışanlarla mutfakta yemek için annemden izin koparmaya çalışırdım. Onların sofrasındaki canlılık, şakalaşmalar, takılmalar beni çok çekerdi. Yaşamım boyunca şatafatlı, gösterişli yerlerden, protokole uygun kişilerin bulunduğu ortamlardan kaçınıp meyhanelerde, birahanelerde, kahvehanelerde, hayatın içinden, sıcak insanların gittiği yerlerde rahat ettim.

GÜNEŞ DOĞARKEN AŞK

1953 yılının sonlarında bir akşam, Robert Kolejli dostlarla Özer Esen’in evinde toplanmıştık... Gelenler arasında, o güne değin hiç tanımadığım Nur Sabuncu adında genç bir kadın da bulunuyordu. Onunla hiç göz göze gelmemiştik ama ondan bana doğru bir elektrik akımı uzanıyordu sanki... Nur özgür ruhluydu; aklına geleni yapmak istiyordu. Yatılı olarak okuduğu kolejdeki yaşamı seviyordu ama ağabeyleri ona göz açtırmıyordu. Ağabeylerinin baskısından kurtulmak için aile dostu ressam Fuat’ın evlenme teklifini hemen kabul etmişti. Nur anlattıklarını bitirdiğinde güneş doğuyordu... Ve biz, birbirimize âşık olmuştuk! Ertesi gün Nur’un apartmanına yerleşmiştim... İki yıldır birlikte oturuyorduk. Ama Nur, baskı altında kalmaya başlamış, özellikle kızı Nil’e karşı suçluluk duyar olmuştu. Evlenmek istiyordu. Konuyu ilk kez Nejat Eczacıbaşı’na açtım. Sabaha değin sürdü görüşmemiz. Her konuda anlaşamamıştık ama birbirimize ilk kez yaklaşabilmiştik. Babamdan başka aileden herkesin katılımıyla nikâhımız kıyılmıştı. Ne var ki üç yılın sonunda ilişkimiz tümüyle bitmişti. Sevginin yerini, kâbus gibi günler almıştı. Yaşamıma bir Nur Sabuncu girmiş ve geçip gitmişti. Ardında sevgiler, hüzünler, bunalımlar bırakarak...

İLAÇ YAPIMI APARTMANDA BAŞLADI

Dr. Nejat Eczacıbaşı 1940’ların başlarında, babamın Laleli’de bizler için tuttuğu Kanatlı Apartmanı’nın bir dairesinde ilaç üretimine başlamıştı. İkinci Dünya Savaşı’ndan önceki yıllarda, sağlıklı bir yaşam için balıkyağı içilmesi gerekli görülür, güçten düşen herkese, morina yağından yapılan bu ürün salık verilirdi. Ne var ki, savaş sırasında morina yağı da Norveç’ten alınamıyordu. Ağır kokulu, kötü lezzetteki bu yağ, A ve D vitaminlerini yoğun olarak içerdiği için kullanılıyordu. Berlin’de biyokimya eğitimi görmüş olan Nejat Bey, İngiltere’den getirttiği kristalize A ve D vitaminlerini rafine zeytinyağı içerisinde belirli ölçülerde karıştırarak elde ettiği sıvıyı, onar gramlık şişelere doldurup ecza depolarına dağıtıyordu.

SPOR KULÜBÜ USTABAŞIYARLA KURULDU
ŞAKİR ECZACIBAŞI KİMDİR
1929 yılında İzmir’de doğdu. Robert Kolej’deki öğreniminden sonra, Londra Üniversitesi Eczacılık Okulu’nda okudu. Eczacıbaşı İlaç Kuruluşu’na 1955’te katılan Şakir Eczacıbaşı, 1956-1967 yılları arasında, bilim çevreleri kadar sanat ve kültür çevrelerinde de geniş yankılar uyandıran Tıpta Yenilikler adlı dergiyi yayımladı. Eczacıbaşı Kültür Filmleri dizisini 1960-1962 döneminde Sabahattin Eyuboğlu ve Pierre Biro’yla birlikte hazırladı. Bunlardan ‘Renk Duvarları’, 1964 yılında Avrupa Konseyi’nin Kültür Filmleri Ödülü’nü kazandı. 1965’te, Onat Kutlar’la birlikte Türk Sinematek
/images/100/0x0/55eab400f018fbb8f891542b
Derneği’nin kuruluşuna öncülük etti ve 10 yıl süreyle başkanlığını yaptı. Şakir Ezcacıbaşı, 1980’de Eczacıbaşı Topluluğu yürütme kurulu başkanı, 1993’te de Eczacıbaşı Holding yönetim kurulu başkanı oldu. 1966 yılında kurduğu basketbol, voleybol ve masatenisi takımları birçok kez Türkiye şampiyonluğu kazandı. Fotoğraf sanatıyla ilk kez 1960’larda ilgilenmeye başlayan Şakir Ezacıbaşı, yapıtlarıyla yurtiçi ve yurtdışında büyük ilgi çekerek çağdaş fotoğraf sanatçıları arasında seçkin bir yer edindi. Türkiye’de 15, çeşitli Batı ülkesinde 25 fotoğraf sergisi düzenledi. Bernard Shaw’dan ‘Gülen Düşünceler’, Oscar Wilde’dan ‘Acılar, Tutkular, Gülümseyen Deyişler’ adıyla derleme kitapları yazdı. 1996’da iş yaşamından ayrılan Şakir Eczacıbaşı, Fransa’nın Sanat ve Edebiyat Şövalyesi Nişanı ve TC Devlet Üstün Hizmet Madalyası’yla ödüllendirildi. 1993’te, İstanbul’da uluslararası beş sanat festivalini düzenleyen İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın yönetim kurulu başkanlığına seçildi. Bu görevini hayata veda ettiği 24 Ocak 2010’a kadar sürdürdü.


1960’ların sonlarında ilaç fabrikasında çalışan ustabaşılar bana gelip sanayi kuruluşları arasında düzenlenen bir voleybol turnuvasına katılmak istediklerini söylemişlerdi. Ben de, “Eczacıbaşı adına böyle bir girişimde bulunacaksanız işi ciddi bir biçimde ele almalısınız. Kuracağınız takımda kaç kişi voleybolu biliyor? Antrenörünüz var mı?” diye sormuştum.
“Voleybol oynamış iki-üç kişi var, antrenörümüz yok.” “Size hemen bir antrenör gerekli,” deyip sekreterime Türk Ticaret Bankası Şişli Şubesi müdürü Ayhan Demir’i aramasını söylemiştim.

CELAL BAYAR
Babamın yardımıyla geçinmiş


28 Mayıs 1960 gecesi, Ankara’dan İzmir’e gelen uçağın yolcuları arasında, Celal Bayar’ın eşi Reşide Hanım ve kızı Nilüfer Gürsoy da vardı. Havaalanında onları bekleyen yalnızca iki kişi bulunuyordu: Babam Süleyman Ferit Bey ve annem Saffet Hanım. Bayar ile Süleyman Ferit Bey arasında gizli bir ilişki vardı gerçekten de, ama ne tür ilişki? Biz bunu babamın ölümünden dokuz yıl sonra, 1982’de “Süleyman Ferit Bey’in çocuklarına söyleyeceklerim var,” deyip Eczacıbaşı Holding’e bizi görmeye gelen Bayar’dan öğrenmiştik: “Biliyorsunuz, babanız benim 70 yıllık dostumdu. İttihat ve Terakki’den gelenler, birbirlerine yaptıkları yardımların açıklanmasını ayıp sayarlar. 27 Mayıs’ta, Çankaya’da tutuklanıp Yassıada’ya götürüldükten sonra parasız kaldığımı biliyordu. Onun gönderdikleriyle geçinebildim, hayatımı onurumla sürdürebildim!”

CAN YÜCEL
Kapitalist Şakir diye bağırırdı


Can Yücel’in şiirlerini çok severdim. Gerçekte sevecen bir insan olan Can Yücel içince sapıtır, önüne gelenle çıngar çıkarırdı. Sarhoş olduğu zamanlarda kaçacak delik arardım. Çünkü durup dururken, kalabalık bir çevrede bile olsa, o kalın, koca sesiyle, “Ulan kapitalist Şakir, milleti sömürüyorsun!” diye bas bas bağırırdı. 1960’lardaki şiirlerinde babası üstüne dizeler sık sık geçiyordu. Bir gün, “Sen kafayı babana takmışsın,” dediğimde, “Babamın çocuğu yoktu, Cumhuriyet’i vardı!” diye yanıt vermişti.

ARA GÜLER
Onun sayesinde fotoğrafçı oldum


Fotoğraf çekmeye dostum Ara Güler’le bir şakalaşmadan sonra başlamıştım. Eczacıbaşı İlaç kuruluşu için çıkardığım Tıpta Yenilikler’de yayımlanacak bir yazıda kullanılmak üzere çektiği fotoğrafların amaca uygun olmadığını söyleyince, “O kadar iyi biliyorsan, git kendin çek,” demişti Ara. Ben de bir Leica makinesi alıp fotoğrafçılığa girişmiştim. Ara Güler’le o günkü tartışma olmasaydı yine de fotoğrafa başlar mıydım? Sanırım başlardım.

ABİDİN DİNO
Aşiyan’da Enternasyonal Marşı


Cenaze törenine binlerce kişi katılmıştı. O küçük Bebek Camisi’nin avlusu tıklım tıklım dolmuş, gelenler sokaklara taşmıştı. Onu, Orhan Veli, Tevfik Fikret, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi ozanların, sevdiği dostlarının bulunduğu Aşiyan Mezarlığı’nda toprağa vermiştik. Abidin gömülürken, birkaç kişi ‘Enternasyonal’i söylüyordu. Sonradan öğrendiğimize göre, marşı başlatan kişi, yıllar önce Abidin sürgüne götürülürken birlikte kelepçelendikleri biriymiş. “Önce kim ölürse onun mezarı başında öteki, ‘Enternasyonal’i söyleyecek diye birbirimize söz verdik,” diyormuş.

ECEVİT
Doğan Hızlan randevu talebimi gazeteye yazdı


1999’un Mayıs ayında Ecevit’in başbakanlığındaki DSP-ANAP-MHP koalisyon hükümeti kurulduğu sırada Ayazağa Kültür ve Sanat Merkezi’nin parası tükenmiş, inşaat durmuştu. Ayazağa’daki durumu anlatmak için Ecevit’ten randevu almak istemiştim. Aylar geçiyor kendisinden hiçbir ses çıkmıyordu. Haziran 2000’de Doğan Hızlan benimle Hürriyet için bir söyleşi yapmış, yazıyı iki güne bölüp birincisine ‘Sayın Başbakan Bir Randevu Lütfen’, ikincisine de ‘Sanat Oy Getirmez ki?’ başlığını atmıştı. Söyleşiyi gören yayın yönetmenleri haberi büyük başlıklarla vermiş, kültür ve sanata duyarlı köşe yazarları da konuyu ele almışlardı.

TURGUT ÖZAL
Nejat Bey’in düşünceleri Özal’la aralarını açmıştı


Özal, yeni bir parti kurma konusunda TÜSİAD üyelerine danışıyordu. Bu arada Nejat Bey’e de gelmiş, “Bir parti kurarsam beni destekler misiniz?” demişti. Nejat Bey, Özal’ın beklentisinin tersine bir yanıt vermişti: “Sizi yürekten destekliyorum. Ancak birkaç ay içinde Ecevit ve Demirel’e siyaset yapma olanağını verecekler. Onların sizden daha çok oy alacağını düşünüyorum. Belki de siyasete girmemeniz daha iyi olur. Sizin gibi bir kişinin Devlet Planlama Teşkilatı’nın başında bulunması bizler için de daha yararlı.” Turgut Özal bunu hiç unutmadı. Zaten bu gibi reddedildiği durumlara tepkisini her fırsatta gösterdiği, yakınlarınaysa yardımda bulunmayı pek sevdiği bilinirdi. Nitekim, Nejat Bey’le aralarında geçen o konuşma sonrasında soğuyan bu ilişkinin Eczacıbaşı kuruluşlarına da büyük etkisi olmuştu.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!