Güncelleme Tarihi:
Mehmet YAŞİN
Ne bestekarlar kış şarkıları bestelemiş ne yönetmenler kış temalı filmler çekmiş ne şairler mısralarına kışı yerleştirmiş ne de yazarlar kitaplarında kışa övgü düzmüştür. Onlar için kış bir an önce bitmesi gereken bir mevsimden öteye gidememiştir. Kar yağdığında çocukluk günlerinin sevinciyle sokaklara düştüğünüzde, geçmişin masalları çağrıştıran günlerinden izler bulursunuz.
İstanbul’un kışlık halini yazmak kolay değildir sanırım. İlham verecek görüntüler ve yaşamlar bulmakta zorlanır insan. Karlı, buzlu sokaklar, arapsaçına dönmüş trafik, yorgun ve bezgin yüzler, ağır, kurşuni bir gökyüzü ve bitmez tükenmez bir iç sıkıntısı... Geçmişte de kış sevilmemiş ki, İstanbul’u yazan şairler kışı fazla kullanmamışlar mısralarında. Varsa yoksa Boğaziçi’nin mehtabı, yaz başlangıcının erguvanları, mayısın laleleri, Göksu’da, Kağıthane’de, Adalar’da yaz eğlenceleri, eylülün hüznü, sonbaharda batan güneşin tutuşturduğu gökyüzü... Bu şiirsel görüntüler konu olmuş yazarlara. Büyük aşklar hep bitmeyen yazlarda yaşanmış, sevgililer buluşabilmek için baharı iple çeker olmuştur. Kış, bir an önce bitmesi arzulanan bir mevsim olagelmiştir. Şairin dediği gibi: “Kış geldi firag açmadadır sineme yare / Vuslat yine mi kaldı güzel, faslı bahare.”
İstanbul denince akla hemen ilkbahar, yaz, sonbahar gelmiş de, kış unutulmuş nedense. Bir zamanlar kış gelince Boğaziçi suskunlaşırdı. Kış hüznü ve sessizliği basardı etrafı. Pılısını, pırtısını toplayanlar, yalılarının kapısına kilidi vurup, kışlık evlerinin yollarını tutardı. O zamanlar varlıklılar, her mevsimi bir başka yerde yaşamayı severlerdi. Örneğin zamanın en kudretli kadınlarından Adile Sultan, baharda Silahtarağa Köşkü yahut da Çağlayan Köşkü denilen sarayında, yazın Kandilli tepesindeki sarayında, sonbaharda, üzüm vaktinde Koşuyolu’ndaki köşkünde, kışın da Fındıklı’da, lodosa nazır sarayında kalırdı.
BOĞAZİÇİ’NDE KIŞ HÜZNÜ
Kış gelince denizin şarkısı diner, güneş uykuya çekilir, Boğaziçi terk edilmiş bir görüntüye bürünürdü. İstanbul halkı o zamanlar, Boğaziçi’ne kış manzarasını hiç yakıştırmazdı. Bütün yaz pırıl pırıl görmeye alıştıkları Boğaziçi’ni, hüzünlü bir kış denizi olarak görmek istemezlerdi.
Faruk Nafiz Çamlıbel, bir şiirinde kış hüznünü şöyle dilendiriyordu: “Dinmiş denizin şarkısı, rüzgar uyumakta,/ Rıhtım boyu sonsuz bir üzüntüyle karaltı.../ Körfez düşünür, Kanlıca mahzundur uzakta, Mevsim gibi sislenmiş Emirgan, Çınaraltı.”
İstanbul’da kış deyince, gözümün önüne hemen iki siyah beyaz fotoğraf gelir. Biri Ara Güler’in çektiği bir Beyoğlu fotoğrafıdır. Ön planda lapa lapa kar yağmaktadır. Arka planda ise biri 19 diğeri 15 numaralı iki tramvay görülür. Kaldırımlarda, yakaları kalkık paltolarıyla yürüyen kadın ve erkeklerin telaşı belli olur. Bu küçücük fotoğraftan bile, 1960’lı yıllardaki Beyoğlu insanlarının şıklığını fark etmek mümkündür. İkinci fotoğraf ise 1954 yılında buz tutan Boğaz’ı gösterir. İstanbullular Boğaz’ın ortasında, buzların üstünde yürümektedir.
Halbuki eskinin İstanbul’unda tablo gibi birçok kış fotoğrafı çekilmiştir: Karla kaplı Boğaziçi tepeleri, çatıları beyazlanmış vişne çürüğü renkli yalılar, karın altına gizlenmiş Emirgan Korusu, Yıldız Parkı, Kandilli Korusu, Rumelihisarı... Bu fotoğraflarda İstanbul ebedi bir kış bahçesine benzer. Ama ben sadece o iki fotoğrafta İstanbul’un kışını görürüm nedense.
Bir de Yahya Kemal’in mısralarında, kışın gelişi aklıma düşerdi: “Günler kısaldı, Kanlıca’nın ihtiyarları / bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları...” Belki de bu mısralar yüzünden, kışın, günler kısaldığında Kanlıca’yı daha çok seviyorum. Kim bilir?
MUHTEŞEM TASVİR
“Kış İstanbul’da Suz-i Dilara’dan düşmüş bir cümle gibidir.” Bu satırı not defterime yazmışım. Hangi kitaptan almışım acaba? Bu muhteşem benzetmeyi kim yapmış? Yanıtı yok. Ama içimden bir ses, bu cümlenin Ahmet Hamdi Tanpınar’a ait olabileceğini söylüyor. Çünkü sadece Tanpınar kurabilir böylesine eşsiz bir cümleyi. İstanbul’u en güzel anlatan yazardır o. Not defterime ondan şu alıntıyı yapmışım:
“Beylerbeyi’nde, Emirgan’da, Kandilli ve İstinye’de günün her saati birbirinden ayrı şeylerdir. Beykoz ve Çubuklu ağaçların serin gölgesinde henüz son rüyalarını üstlerinden atmaya çalışırken, Yeniköy veya Büyükdere gözlerinin ta içine batan güneşle erkenden uyanırlar. Kuzguncuk’ta sular, sahil boyunca, arasına tek tük sümbül karışmış bir menekşe tarlası gibi mahmur külçelenirken, ince bir sis tabakasının büyük zambaklar gibi kestiği İstanbul minareleri, kendi hayallerinden daha beyaz bir aydınlıkta erirler.”
İstanbul’u kimsenin kuramayacağı cümlelerle anlatan Tanpınar, acaba karlı İstanbul için ne yazmıştı? “Beş Şehir” adlı kitabından İstanbul bölümünü yeniden okudum. Kışla ilgili tek satır bile yoktu. Demek ki Tanpınar da İstanbul’un kışını pek sevmiyordu!
ÇINARLAR SOYUNUNCA
Kışın, İstanbul’un çınarları çırılçıplak kalır. Dev gövdeleriyle onları birer ermişe, dedeye benzetirim. Görmüş geçirmiş ağaçlardır. Onlara hürmet duyarım. Onun için de kışın, yapraklarını döküp, çırılçıplak kalmalarına üzülürüm. Ortaköy ile Dolmabahçe arasında, yolun iki yanına sıralanmış asırlık çınarları, Beykoz Çayırı’nda padişahın ok atmasını izlemiş bu ulu ağaçları, kışın, soğuktan tir titreyen ihtiyar bir mirasyediye benzetirim. Tanpınar, İstanbul peyzajındaki asil hüznü çınarlara, mezarlıkları gölgeleyen servilere, çamlara ve fıstık çamlarına borçlu olduğumuzu öne sürer.
İstanbul’da kışı en çok kim sever diye sorarsanız, bunun yanıtı çok basittir: Çocuklar. Hangimiz sevmedik ki! Kış, çocukluğumda benim de en sevdiğim mevsimdi. Şimdi onun yerini sonbahar aldı. Bunun nedenini belki eylülde yazacağım İstanbul’un sonbaharı yazısında anlatırım. Kışı çocuklar neden sever? Lapa lapa kar yağınca okullar tatil olur da ondan. Sevgi nedeni bu tatildir. Şimdiki çocuklar tatillerini daha çok bilgisayar veya TV önünde geçiriyor. Onların karla, kartopu ile, kardan adam ile, kızak kaymakla pek ilgileri yok artık.
Kızak kayma adeti İstanbul’da eskilere dayanır. 1950’li yılların başındaki kızak sefalarını gazeteci Sadri Sena şöyle anlatır: “Türlü türlü, birbirinden süslü kızaklar vardı. En makbul kızak, ayakları şimşir olanlardı. Bazı kızakların sandalyesinin yanlarında haddeden çekilmiş parmaklıklar da bulunurdu. Tutunacak ip yerine çuha kaplı çemberler de takılırdı. Kızakların en güzelleri ve sağlamları Uzunçarşı’da yapılırdı. Ötede beride sandıkçı, parmaklıkçı dükkanları da kızak yapardı. Uzunçarşı’da yapılan kızaklar arasında tahtaları, parmaklıkları boyalı ve cilalı olanlar, sandalyeleri üstünde meşin kaplı minder kaplı bulunanlar az değildi.”
ORTAKÖY YOKUŞLARINDA
Ben de bu kızak sefalarına yetiştim. Kar yağdığında mahallemiz bayram yerine dönerdi. Ortaköy’de kayacak çok yokuş vardı, tümü merkeze inerdi. Hepimizin derme çatma bir kızağı vardı. Palanga ya da Fıstıklı Köşk yokuşundan kayıp giderdik. Bazen kızakları birbirine bağlayıp kervan oluşturur bazen 5-6 kişi birden kayardık. Bir kilometreden daha uzun olan yokuşlarda uçup giderdik adeta.
Yokuştan inmesi keyifliydi ama, o yokuşu çıkması insanı nefes nefese bırakırdı. Bazı geceler, mahallenin büyükleri yokuşlara kova kova su döküp, buraları buzdan bir piste dönüştürürlerdi. Buzlu yokuştan aşağı kaymak cesaret isteyen bir işti. Karlı kış günlerinde, tüm mahalle pür neşe içinde olurdu. Gürültülü kahkahalar, neşeli çığlıklar sokakları kaplardı.
Şimdi kar tatilini evde, ekran başında geçiren çocuklara hak vermek lazım. Çünkü kızak kayacak boş yokuş pek kalmadı.
Zaten eskinin romantik, pitoresk kışları da, anlatılacak kurt öyküleri de yok artık. Aslında eski kışlar yıllar önce tarihe karışmıştı. İşte Sadri Sena’nın bundan 60 yıl önceki yakınması: “Neredeee o bereketli kışlar? Günlerce, haftalarca sulusepken, kuşbaşı, tipi, sokakları, evleri, ağaçları kat kat katmer katmer beyaz örtülere sarar, saçaklardan salkım saçak buzlar sarkardı. Vapurlar işleyemez, aç kurtlar şehir kapılarına sokulurdu. Evlerde, çeşmelerde musluklar, sular donar, açıkta kalan su dolu küpler, şişeler, sürahiler çatlar, Haliç, Salacak sahilleri buz kesilir, Karadeniz’den akın akın buz kayaları gelirdi.” Yazar böylesine bir felaket tablosunu neden özlemişti acaba?
İstanbul’a kış yakışır mı hâlâ kararsızım. Arapsaçına dönen yolları, kar erirken çamur deryasına dönen sokakları, aksayan ulaşımı, kabaran doğalgaz faturalarını, kar fırtınasına yenik düşen belediye hizmetlerini gördükçe kışın İstanbul’a hiç yakışmadığına karar veriyorum. Tüm bu olumsuzluklar eskiden yok muydu? Vardı ama, tüm mahalle bu olumsuzlukları keyfe döndürmesini biliyordu. Şimdi artık mahalle yaşamı yok, site yaşamı var. Bu yaşamda da herkes evine kapanıp, kışın bir an önce gitmesi için dua ediyor.
Kışın yine de güzel yanları var: Beyazlığı, sessizliği, aydınlığı ve yalnızlığı. Bir de İstanbul’un çirkinlikleri, beyaz örtünün altında bir süre görünmez oluyor.,
ORHAN PAMUK
Karlı kış günlerinde İstanbul geçmiş masalsı günlerine yaklaşırdı
Kar çocukluğumun İstanbul’unun ayrılmaz bir parçasıydı. Kimi çocukların yaz tatilini bir yolculuğa çıkmayı iple çekmeleri gibi, ben de çocukluğumda karın yağmasını beklerdim. Dışarıya, sokaklara çıkıp karda oynayacağım için değil, kar altında şehir bana daha “güzel” gözüktüğü için. Bu güzellikten şehrin çamurunun, pisliğinin, çatlaklarının ve bakımsız yerlerinin örtülmesindeki yenilik ya da şaşırtıcılık duygusundan daha çok, karın şehre getirdiği telaş ve hatta felaket havasını kastediyorum. Her sene üç beş gün yağmasına, şehrin bir hafta on gün kar altında kalmasına rağmen, kar her seferinde İstanbulluları ilk defa yağıyormuş gibi hazırlıksız yakalar, yollar kesilir, savaş ve felaket zamanlarında olduğu gibi ekmek fırınlarının önünde hemen kuyruklar oluşur ve en önemlisi bütün şehir aynı konunun, karın etrafında bir cemaat duygusuyla birleşirdi. Şehir ve insanları dünyanın geri kalanından iyice koparak kendi dertleriyle içlerine kapandıkları için karlı kış günlerinde İstanbul hem daha tenhalaşmış, hem de masallardan çıkma eski günlerine biraz daha yaklaşmış gibi gelirdi bana. (Orhan Pamuk “İstanbul / Hatıralar ve Şehir” İletişim Yayınevi)
KIŞIN LEZZETİ
İstanbul’a kış narla gelir. Bu mevsimde manavların gözde meyveleri arasında nar yer alır. Tezgahların üstünü ortadan ikiye ayrılmış, kıpkırmızı taneli davetkar narlar süsler. Narın arkadaşı ise sarı, sulu ekmek ayvasıdır. Ayva, kışın kaşıkla koparılıp yenir. Bıçakla kesilirse suyu kaçar. Ayva kış aylarında rakı masalarının en sevilen mezesidir. Manavlarda kış mevsiminde beyaz ve yeşil renkler hakimdir: Karnabahar, pırasa, lahana ve ıspanak. Karnabaharın kıymalısı, lahananın sarması, acılı kapuskası, pırasanın pirinçli, havuçlu zeytinyağlısı, ıspanağın kıymalısı, yoğurtlusu, böreği kış masalarının vazgeçilmez yemekleridir. Tabii bu sofralarda tarhana çorbasının baş köşede oturduğunu da söylemek gerekir.
İstanbul’da bu mevsimde palamut yağlanmış, lüfer, sarıkanat lezzetin doruklarına çıkmış, kofana mangalları söndürmeye başlamış, torik ve kalkanlar tezgahlarda yerlerini almaya başlamış olur. Soba üstündeki kestanelerin, tencerede patlayan mısırların kokusu bütün sokağı kaplar. Bozacı her yerde olmasa da hâlâ bazı semtlerde, soğuk kış akşamlarını ısıtmak için bağırmaktadır: “Bozaaaaa, Vefaaaa’dan...” Tahin- pekmez ise tatlı niyetine masada ekmek banmayı beklemektedir. Kışın lezzeti insanın ağzını sulandırır.
LEZZET yazıp 3111’e gönderin, Mehmet Yaşin’in size en yakın lezzet mekan ve tavsiyeleri cebinize gelsin.Bu servisten Turkcell kullanıcıları faydalanabilir. www.neredecell.com
KIŞI EN ÇOK SEVENLER
Kış denince akla, önce müzik gelmiş İstanbul’da. Soğuk konakların, sıcak mangal kenarlarında toplananlar, sevdikleri müziklere eşlik etmiş. Bilenler ut çalmış, becerenler kanunu ağlatmış, sesi güzel olanlar şarkılarla mahalleyi çınlatmış. Birçok makam, bu mangal etrafındaki terennümler sırasında bulunmuş, birçok aşk, bu makamların eşliğinde doğmuştur. Onun için şair Nedim, “Mangal kenarı, kış günlerinin lalezarıdır” benzetmesini yapmıştır.
Şairler ve yazarlar, nedense İstanbul’un kışına pek yüz vermemişlerdir. Onlar hep baharın, yazın ve güzün peşinde kalem oynatıp durmuştur. Sinemada da çok az yönetmen İstanbul’un kışını perdeye aktarmış. Ünlü yönetmen Ülkü Erakalın, kışa karşı biraz daha sevecen davranmış, karı bir fantezi, bir renk olarak kullanmıştır. Kar lapa lapa yağmaya başlayınca, soluğu Hisar tepelerinde alıp, beyaz örtüye bürünen İstanbul’un tüm güzelliğini seyircilerine aktarmıştır.
Bestekarlar da İstanbul’un kışına pek yüz vermemişlerdir. Bestelerinde kış temasını notalara dökmekte cimri davranmışlardır.
Ama ressamlar, İstanbul’un kış yalnızlığını, kış hüznünü, kış güzelliğini belgelemekte oldukça cömert olmuştur. Sanat tarihçisi Prof. Dr. Kıymet Giray, mevsimlerin resim için oldukça önem taşıdığını, bu resimlerin ayrıca yaşamın belleği olduğunu belirtir. Örneğin 19. yüzyılın ikinci yarısında İstanbul’a gelen Ayvazovski, bir tablosunda Boğaz’ın donduğunu, buzlarla kaplandığını resmeder. Bu, 1929 yılındaki müthiş kışın belgeselidir. Ayvazovski bu tablosuyla Romantizm akımında kışın nasıl ele alınacağını da gösterir.
Cevat Erkul da tablolarında İstanbul’un kışını yansıtır. Limanlarda bekleyen, içi karla kaplanmış kayıklar, kışın tüm hüznünü gözler önüne serer. Hikmet Onat, manzara tablolarında İstanbul’un kış görüntülerini ihmal etmemiştir. Mehmet Ali Lega, mavi ışıkların hakim olduğu tablolarında, İstanbul anıtlarının karlar altındaki görüntülerini yansıtmayı sever. Devrim Erbil’in resimlerinde de, soyut kış görüntülerini bulmak mümkündür. Hüseyin Avni Lifij de, tablolarında soluk renklerin üstünde beyaz derinlikler bırakan kent görüntülerine yer verir.
Yani ressamlar İstanbul’un kışıyla barışıktır ve resimleriyle kışın romantik yüzünün ne kadar güzel olduğunu belgelemiştir.
Ressamlar kadar, fotoğrafçılar da İstanbul’un kışını sever. Başta Ara Güler olmak üzere, Şakir Eczacıbaşı, İzzet Keribar, Şemsi Güner, İsa Çelik, Nuri Bilge Ceylan, Ersin Alok, Sabit Kalfagil, Faruk Akbaş, Gürol Sözen ve adını anımsayamadığım fotoğraf sanatçıları, kış mevsiminin İstanbul’a ne kadar çok yakıştığını muhteşem görüntüleriyle belgelemiştir.