Güncelleme Tarihi:
Ne isim vermek lazım, bilmiyorum. Mesela argoda “kendini önemli biri olarak tanıtıp insanları dolandıranlar” için kullanılan bir terim vardır muhakkak. Ya da polis terminolojisinde. Ama benim bahsedeceklerim çok daha masum. Kimseyi dolandırmak, bir çıkar sağlamak değil amaçları.
Ne isim takmak gerektiğini bilemediğim için, tarife çalışayım.
Hani – Münih Olimpiyatları’ndaydı galiba – herkes nefesini tutmuş, maratonu kazanan atletin stada girişini bekliyordu. Derken kimsenin tanımadığı, genç bir atlet girdi kapıdan alkışlar arasında. İki dakika sonra da peşine polisler takıldı. Meğer şakacının biriymiş...
Çok gülmüş, en az maraton şampiyonu kadar bu genci de alkışlamıştık o zaman.
(Son derece utangaç olmama rağmen – kim bilir belki de içimde kalmış bir arzudur bu – futbol stadyumuna, yahut Wimbledon kortuna anadan üryan dalan teşhircilere de çok gülerim nedense...)
*
Geçenlerde, Fransa’da böyle bir hadise yaşandı.
Fransa’nın en önemli edebiyat ödülü olan Goncourt sonuçları, her sene bu zamanlarda, Paris Drouant lokantasında toplanan jüri tarafından açıklanır.
Bu sene de jüri Drouant’da toplandı, gazeteciler, kameralar lokantanın girişinde beklemeye koyuldu.
Derken (Goncourt Akademisi’nin bir önceki başkanı, meşhur yazar) François Nourissier kapıda belirdi. Cebinden bir not çıkardı ve dünya medyalarına “2002 yılı Goncourt edebiyat ödülünü L’insensé adlı romanıyla Morgan Sportès’in kazandığını” duyurdu.
Tam sözünü bitirecekti ki, lokantanın korumaları “meşhur yazarı” yaka paça dışarı attılar...
Meğer, herkesin François Nourissier sandığı bu ak sakallı adam, televizyonların kılık değiştirme ustası şovmen Dan Bolander’miş...
Arkasından gerçek jüri basının karşısına geçti ve “asıl kazananı” açıkladı.
(En komiği de, böyle bir şakaya gülmekten aciz, Akademi Başkanı Edmonde Charles-Roux’un yaptığı açıklamaydı: "Mösyö Bolander niye bu kadar zahmete girdi anlamadım, zaten yanlış bir isim açıkladı!" Sanki önemi varmış gibi...)
*
Fransız edebiyat dünyasında böyle şöyler sık yaşanır.
Mesela, 1970’li yıllarda Emile Ajar adlı bir romancı Fransa’yı birbirine katmıştı. Büyük başarı kazanmış ama bir türlü ortaya çıkmamıştı. “Ajar kimdir, Ajar adının arkasında kim gizli?” derken, genç bir edebiyatçı ortaya çıkıp “Benim” demiş, televizyon programlarına davet edilmiş hatta La Vie devant soi adlı romanıyla Goncourt bile kazanmıştı.
Yıllar sonra, meşhur romancı Ramon Gary (Ajar’ım diye ortaya çıkan gencin dayısı) 1980’de “Çok eğlendim, teşekkür ederim” diye bir not bırakıp intihar edince, gerçek ortaya çıktı : Emile Ajar aslında Roman Gary’den başkası değildi...
*
Lafı uzattım biliyorum, ama daha da güzeli var. İsimleri tarihleri atıyor olabilirim, tam hatırlamıyorum.
Genç bir Fransız yazarı, ilk romanını Fransa’da ne kadar yayınevi varsa teklif etmiş, ama kimse yayınlamaya layık bulmadığı gibi, nezaketen “Hayır teşekkür ederiz” diyen bile çıkmamıştı.
Bu muameleye içerleyen genç, intikam almak için müthiş bir plan yapmıştı.
Fransa’nın en çok satan çağdaş yazarlarından Marguerite Duras’ın çok bilinen bir romanını, üşenmeyip, yeniden daktiloya çekmiş, fark edilmesin diye adını değiştirerek, büyük yayınevlerine göndermişti.
Bir müddet sonra, bu genç adam bir basın konferansı düzenledi ve gazetecilere yaptığı muzurluğu anlattı.
Allı şanlı yayınevleri, Fransa’nın en meşhur çağdaş yazarlarından biri olan Marguerite Duras’ın en önemli romanlarından birini “yayınlamaya değer” bulmamıştı.
İşin en komik yanı, “Kitabınız yayınlamaya değer bulunmamıştır” cevabı verenlerin arasında ... kitabın yayımlandığı yayınevi de vardı!
*
Bu kadar uzun yazdıktan sonra, Türkiye’nin gündemiyle, Türk siyasetiyle, Türk edebiyatıyla yahut da devam eden TÜYAP fuarıyla bir bağlantı kuracağım diye, saçma sapan bir ilave yapmasam, beni affeder misiniz? Kıssadan hisse sevimsizliğine düşmeden sussam...Olur, değil mi?