Güncelleme Tarihi:
Leman Hanım ve Hakkı Bey’in Bodrum’daki tepelerin eteklerinde, yeşillikler içinde iki katlı kocaman bir evleri vardır. Torunları Alper’in yanlarına gelmesi için okulların kapanmasını beklemektedirler. Alper, arkadaşları olan Caner, İrem, Saynur ve Saynur’un kardeşi Sarp’la birlikte dedesinin Bordum’daki evine gelir.
Tatil için geldikleri Bodrum’da denizin ve doğanın tadını çıkarırlar. Her gün yeni yerler keşfetmeye çalışırlar. Bulundukları evin oldukça uzağında, orman içinde bakımsız bir ev dikkatlerini çeker. Meraklı çocuklar, daha yakından görmek için bu eve giderler.
Kimsenin yaşamadığını fark ettikleri evin içindeki odalardan birinde üzeri kapatılmış bir kuyu bulurlar. Kapağını kaldırdıkları anda kuyudan çıkan göz kamaştıran ışık, çocukları alıp kuyuya çeker.
Roman boyunca Aşağı Dünya olarak anlatılan masal alemine ilk yolculukları bu şekilde gerçekleşir.
Kuyunun diğer yanında bir gül bahçesine düşen çocukları burada dev bir karga karşılar. İsmi Devran olan karganın, gagası kırmızı rujlu, kirpikleri rimelli, tırnakları sedef ojelidir. Devran onlara Aşağı Dünya’yı anlatır. Şaşkınlıkla Devran’ı dinleyen çocuklar Aşağı Dünya’da yola devam ederler. Karşılarına çıkan zıpçıktılar, konuşan serçeler ve daha birçok tuhaf yaratıktan sonra bir yolunu bulup gerçek dünyaya geri dönerler.
Tatilleri boyunca fırsat buldukça, masal evi adını verdikleri terk edilmiş eve gidip Aşağı Dünya’ya geçmeye ve orada olup bitenleri anlamaya çalışırlar.
Orada yaşayanlar burayı biliyorlardı. Acaba hiç gelen var mıydı? Buranın kapıları onlara açık mıydı? Gizli dünyanın varlığını, büyük bir şans eseri olarak mı keşfetmişlerdi? Yoksa onlar, köprü vazifesinde bulunmaları için seçilmiş kişiler miydi? Bu sırrı çözebilmeleri için, önlerinde gidilecek daha çok yol vardı.
Aşağı Dünya’dakiler hâlâ çağın gerisinde, eski zaman geleneklerine göre yaşıyorlardı. Toprak sahibi ensesi kalın bazı nüfuslu kişiler, düpedüz derebeylik düzeni kurmuşlardı. Halkı eziyorlar, çıkarları doğrultusunda kullanıyorlar, insan onurunu hiçe sayıyorlardı. Sultanıyla, kraliçesiyle, kötüleriyle, zalimleriyle, haydutlarıyla, devleriyle, cinleriyle, acayip varlıklarıyla, saldırgan yırtıcı hayvanlarıyla… Bütün bunlar, o gizemli dünyanın görünen gerçekleriydi.
Derebeyi Sapkos’un acayip merakları varmış. Özellikle dolunay zamanı mezar kazmaya olan merakı, bütün ülkede kulaktan kulağa yayılmış. Ayrıca kötüye kullandığı bir takım güçlerinin olduğu biliniyormuş. İşte bu nedenlerle zamanla ismi, Sapıkos diye anılmaya başlanmış. Ülkede kandırabildiği bazı çocukları yaşadığı şatoda alıkoyarmış. Yakaladığı çocukları karanlık güçlerle serçeye çevirerek, sihirli bir kafesin içine kapatırmış. Serçelerin boğazını keserek kanlarını içen Sapıkos bu sayede ölümsüzlüğe kavuşacağına inanıyordu.
Kaybolan çocukların ailelerine kimse yardımcı olamıyormuş. Ümitsizce arayıp duruyorlar, ne yapsalar çocuklarını bulamıyorlarmış. Bunca zamandır onların ne izine rastlayan olmuş, ne de haberleri gelmiş. Şatosunun etrafını, karanlık güçlerin yardımıyla bir gecede, sık ağaçlarla ve dikenli çalılarla kaplattırmış. Böylelikle uğursuz şatosunu karanlıklar içinde, bilinmez, girilmez bir mekân olup çıkartmış.
Sapıkos’un serçeye çevirdikten sonra boğazını kestiği kayıp çocuklardan birinin ruhu olan Maya isimli hayalet, Alper ve arkadaşlarından diğer çocukları Sapıkos’tan kurtarmaları için yardım ister.
Tatil için geldikleri Bodrum’da karşılarına çıkan bu masal evi ödülü, kuşkusuz başlarına gelen en gizemli olay olarak kalacaktı. Yüreklerinden atamadıkları, hep görmek istedikleri rüya olacak, akıllarına kazınacaktı. O mistik ev akıl almaz olaylara köprü olmuş, kapılar çoğu kez zorlanarak açılmıştı. Açılan kapıdan her geçişlerinde, Aşağı Dünya denilen âlemi biraz daha keşfetmişlerdi.