Güncelleme Tarihi:
Hollywood’dan çıkan her yapımın bir biçimde televizyon tarihinin bir parçası olduğunu varsayıyorsak, “American Horror Story”i farklı bir kategoriye koymak şart... Zira dizinin, diğer Hollywood dizilerinden farklı olarak, her sezonda aynı oyuncularla farklı hikayeler yaratan, anlatım biçimini değiştirirken klasik Amerikan korku filmlerinden ödünç aldığı atmosferi ve duyguyu sabit tutmayı başaran bir niteliği var.
İlk sezonda “perili ev” dediğimiz türden bir yerde, şimdiki zamanda geçiyordu hikaye. Bu defa dizide mekan, öykü, anlatım şekli ve karakterler değişiyor. Yapımcı Ryan Murphy, her sezon dizinin çatısını değiştirip oyunculara farklı roller vererek iddialı bir manevra gerçekleştiriyor.
“Nip/Tuck”, “Glee” ve “The New Normal” gibi yapımların beyni Murphy’nin, o sert, rahatsız edici tarzını koruduğunu ekleyelim.
Bu sezon, hem ilk sezondan aşina olduğunuz Jessica Lange, Sarah Paulson, Lily Rabe, Evan Peters ve Zachary Quinto gibi isimleri bambaşka rollerde izleyecek hem de Joseph Fiennes, Chloe Sevigny, Adam Levine gibi yeni ve çok tanıdık misafirlerle karşılaşacaksınız.
“Shakespeare in Love”, “Luther”, “Elizabeth” gibi filmlerin yıldızı İngiliz aktör Fiennes, bu sezon “American Horror Story: Asylum”da rahip Timothy olarak karşımıza çıkıyor.
Fiennes ile dizinin çekildiği stüdyonun bulunduğu Los Angeles’taki Paramount Stüdyoları’nda buluştuk...
BU DİZİ KORKU KÜLTÜRÜNÜ YENİ NESLE PAS EDİYOR
“American Horror Story: Asylum”un en çekici yönü nedir size göre?
- Ryan’ın en önemli özelliği, olağandışı koşullarda insanın davranışını, hallerini çok iyi tahlil edebilme becerisi. Daha önceki “Nip/Tuck” gibi yapımları da düşünecek olursanız, insanın her koşuldaki davranışını aktarmak konusunda başarılı bir beyin. Bu sezon, korku yine korku olarak kalıyor. Fakat benim geçen seneden farklı olarak “korku”yu bulduğum yer, daha doğrusu beni dizide çeken nokta şu: Geçen sene olduğu gibi ruhlar, hayaletler, vs. görmeyeceksiniz. Bu defa 60’lardayız. Dizideki gibi karakterler vaktiyle gerçekten var olmuş karakterler. Sebebi ister dini, ister bilimsel olsun fark etmez, bunlar, üniformalarının altında ahlaki pusulalarını kaybedebilen insanlar. Bu yönü ile dizi son derece gerçekçi geliyor ve beni korkutuyor. Öte yandan uçlarda geziyor, korku türüyle oynuyor ve “Shine”, “The Psycho” gibi klasiklere de selam gönderiyor.
Bu rol için aklınızın derinliklerindeki (varsa tabii) karanlık yerleri nasıl eşeliyorsunuz?
- Aksine, karakterin aklında nasıl hesaplar yaptığını, düşünce haritasını anlamak yetiyor. Kişisel olarak karakterin yaptıklarını destekliyor veya düşüncelerine katılıyor olmam değil, sadece ne olduğunu anlamam gerekiyor. Hayatta gerçek korkutucu insanlar, toplum tarafından dışlanmış insanlara yeni bir amaç kazandırmak, “iyi” bir iş yapmak için tahrip edici yöntemler kullananlardır. Timothy de öyle bir adam. Bu yolculukta oynadığım karakter için bir tanım kullanacak olursam, bu “hedeflerine hırs ve tutkuyla bağlı” olurdu. Bu hırslı mizacı, onu hedeflerine doğru ilerlerken yavaş yavaş yozlaşan, ahlakını kaybeden bir adama dönüştürüyor. Aslında bu insanlığa dair bir şey söylüyor, korkutucu olan bu. Hepimiz farkında olalım ya da olmayalım, buna ister bilinçaltı deyin isterseniz başka bir şey, davranışlarımızı kontrol eden küçük hesaplara sahibiz. İşte bu, insanın beynindeki savaş. “American Horror Story”deki karakterler de bu savaşı veriyor aslında, tabii Dr. Arden hariç. Onda saf kötülük var, şeytanın teki!
Sizce “American Horror Story: Asylum” korku janrına nasıl bir yenilik getirdi, nasıl bir kapı açıyor? Öncesi için de konuşalım aslında, ilk sezonu da konuya dahil edelim.
- Tüm dünyada büyük bir izleyici kitlesi çektiği açık... Korku duygusunun verdiği eğlencenin hazzından hoşlanan bir kitle... Korku duygusundan nasıl eğlence çıkıyor, bunun psikolojik açılımını ben yapamam ama bu dizi, eline bugüne kadar yapılmış tüm efsanevi korku filmlerinden derlenmiş bir “korku sözlüğü” alıyor ve izleyicisinin ödünü patlatmayı başarıyor. Üstelik efsanevi korku filmleriyle henüz tanışık olmayan jenerasyonlarda, onlara dair aşinalık yaratıyor. Bunu, içindeki öğeleri dizinin içinde yeniden formüle edip izleyiciye sunarak yapıyor... Bir anlamda korku kültürünü yeni nesle pas ediyor diyebiliriz.
ALMODOVAR’DAN BİR TEKLİFE HAYIR DEMEZDİM!
İspanya’da yaşıyorsunuz fakat “Flash Forward”dan bu yana Hollywood’dan çok ayrılmadınız zannediyorum...
- Aktörlük böyle bir şey, çok büyük kararlar veremiyor, hayatınızı keyfinizce tasarlayamıyorsunuz, İşiniz sizi nereye götürürse, öyle yaşıyorsunuz. Gerçi California’yı çok seviyorum, büyük kızım burada doğdu. Dahası, Ryan’ın bana yaptığı teklif hayır diyebileceğim türden değildi. Avrupa’da yaşıyorum ve Avrupa’dan bir teklif almak da evime yakın olabilmek açısından iyi olurdu. Mesela Almodovar’dan bir teklif fena olmazdı!
Ryan Murphy’nin normlara karşı duran bir yapısı var, dizilerinin ortak özelliği bu diyebiliriz. “Toplumun yüksek sesle konuşmaktan uzun dönemler çekindiği konuları oldukça sert bir dille gündeme getirmek” olarak özetlenebilecek bir misyon edinmiş gibi. Siz ne düşünüyorsunuz?
- Onun, toplumdaki farklı seslerin temsilcisi olduğunu düşünüyorum. Bana kalırsa, mercek altına aldığı konu ne olursa olsun, burada esas konumuz kim olduğumuzu keşfetme yolculuğumuz. Ailenizin, yaşadığınız yerdeki insanların, dış dünyanın bu keşif esnasında verdiği tepkileri, sabit fikirleri, toplumda huzursuzluğa yol açan değişimleri de içeriyor söz konusu yolculuk... İşte, en çıplak haliyle bunlara işaret etmek esas mücadele...
AKTÖRLÜK, HAYATININ YÜZDE 90’INDA KENDİN OLMAMAK DEMEK
Çekim olmadığında, rolden sıyrılıp gerçek kimliğinize dönmek ne kadar zorluyor sizi?
- Oyunculuğu çok uzun yıllar yaptığınız zaman, esasında bilinçaltında o anda oynadığınız karakterle yaşıyor hale geliyorsunuz. Roller üstünüze giydiğiniz bir kıyafet değil. Aktörlük demek, hayatınızın yüzde 90’ında kendiniz olmamak demek. Dolayısıyla “kamera” dendiğinde derhal rolün içine girebiliyoruz. Bu elbette kolay değil. Kolaylığı veya zorluğu, oynadığınız karaktere kendinizi ne kadar verdiğiniz, karakterle, senaryoyla ya da yapımla ne kadar bağ kurduğunuza göre değişir.
JESSICA LANGE, BU DİZİDE OLMAMIN SEBEPLERİNDEN BİRİ
Jessica Lange dizide Rahibe Jude rolünde. Onunla birlikte çalışıyor olmak nasıl hissettiriyor?
- Olağanüstü... O, bu dizide olmamın bir başka sebebi. Kariyerinin zirvesinde olan bir oyuncu Lange... Son derece akıllı, yetenekli ve usta bir isim. Sette, zirvede olan oyuncuların pek azının yapabileceği bir şey yapıyor, zor ve ince bir çizgide yürüyor. O anda içinde bulunduğu sahne istediği kadar ekstrem, sadistik veya aşağılık olsun, önemli değil; esasında onun kafasındaki şeytanlarla savaşan bir insan olduğunu görüyorsunuz, bunu gösterebiliyor. Ve bir insan olarak beni çeken hali de bu. Karakterinin ruhundaki evrimi izlemek istiyorsunuz, bunu istemenizi sağlıyor... Bunu oyununun zirvesindeki her oyuncu yapamaz.
O afiş ödül getirdi
“American Horror Story” dizisi için hazırladığı afiş, reklam ve grafik tasarımcısı Emrah Yücel’e ödül getirdi. Sinema ve dişi afişlerinin Oscar’ı sayılan “Gold Key Art” ödülünü, Yücel’in ajansı Iconisus kazandı. Los Angeles’taki Arclight Dome sinema salonunda yapılan ödül törenine katılan Yücel’e ödülünü “Mad Men” dizisinin başrol oyuncusu Jon Hamm verdi. Reha ERUS