Oluşturulma Tarihi: Kasım 26, 2004 00:00
Kore savaşında, cephedeki Türk askerleri arasında modaydı fosforlu saat takmak. Hem şık, hem işlevseldi. Gece karanlığında nöbet değiştirirken kolaylıkla görebiliyorlardı. Ancak düşman askerlerinin de aynı kolaylıktan yararlanabileceğini hesaplayamamışlardı.Gönüllü olarak Kore’ye giden Selahattin çavuşun da içinde bulunduğu birliğin ilk görev yeri 1052 rakımlı Kumkale adlı bir tepeydi. Düşman, hemen karşıki tepeye yerleşmişti. Fakat tepeler arasındaki sarp bir uçurum geçişi engelliyordu.Tepede nöbet tutan Türk askerleri, düşman askeri ile sohbet edip ona şarkı söyleterek vakit geçiriyor, şarkı karşılığında o tarafa bir komposto konservesi atıyorlardı. İki taraf da alışmıştı bu alışverişe.Fakat bir akşam, Koreli asker keyiflerini bozdu. Nöbet değişim saatinde fosforlu saatine bakan bir Türk askerine ateş ederek, bileğinden vurdu. Türkler çok bozuldu bu işe. ‘Düşman askeri dostluğa ihanet etmişti’, cezası verilmeliydi. Hiçbir şey olmamış gibi nöbetlerde şarkı dinlemeye ve karşıya konserve kutusu atmaya devam ettiler. Koreli asker, dört gece dokunmadı konservelere. Beşinci gece, artık tepki görmeyeceğine güvenmiş olacak, komposto konservelerini toplamak üzere çıktı siperinden. Tetikte bekleyen Türk askerleri, üç el bombası birden fırlatarak paramparça ettiler onu. Yerine gelen Koreli asker şarkı söylemedi, Türk askerleri de fosforlu saat takmaktan vazgeçti.AMERİKALILAR TAŞA ATEŞ ETTİ RAHAT UYUDULAR Güney ve Kuzey Kore’yi ayıran cephe yer yer yılan gibi kıvrılıyordu. Mevzileri daha çok Türk ve Amerikalı askerler paylaşıyor, düzenli olarak yer değiştiriyorlardı. Gittikleri her yeni mevzide ilk işleri, irtibat hendeği kazmak veya kazılmış hendekleri derinleştirmek oluyordu.Selahattin çavuş, manga komutanıydı. Her gece onbir kişilik mangadan tek kişi uyuyabiliyor, diğerleri nöbet bekliyorlardı. Gündüzleri ise tersine on kişi uyuyor, gece uyuyan nöbet tutuyordu.Gündüzler kolaydı. Havan toplarının yağmadığı zamanlarda uyuyor, bitlerini ayıklıyor ya da poker oynuyorlardı. Pokerde ortaya parayla birlikte, gelişte gemiyle uğradıkları Japon limanlarından satın aldıkları bıçak, saat, fotoğraf makinası gibi eşyaları da koyuyorlardı. Güle oynaya bağıra çağıra akşamı ediyorlardı.Zor geçen gecelerdi. Geceleri, sadece karanlık değil, sessizlik de çöküyordu. En ufak bir tıkırtı, düşmanın yaklaştığı anlamına geliyordu. Bir dal çıtırtısı, bir hayvan sesi bile nöbetteki askerleri tedirgin ediyordu.Başlangıçta Türk askerlerinin mevziinde bir akü vardı; tel örgüye bir ampul ve bir çan bağlamışlardı. Bir tıkırtı duyunca, kablonun ucunu aküye değdiriyorlar, etraf gündüz gibi aydınlanıyordu. Bir hafta çok rahat ettiler. Sonra bir gece ampul yanmadı. Kabloyu çekip baktıklarında ampulün söküldüğünü gördüler. Düşman askeri, ampülü ve çanı sessizce sökmeyi başarmıştı! Yine tedirgin geceler başladı. Tıkırtının kaynağı ne olursa olsun ateş etmek normaldi cephede. Amerikalı askerler de en küçük bir tıkırtıda ateşe başlıyor, bu ateş bazen sabaha kadar sürüyordu. Çoğunlukla gün ışıdığında boşuna ateş ettiklerini, geriye düşmandan ne bir ölü, ne bir yaralı kalmamış olduğunu görüyorlardı.Cephede, ‘ateş tevkif sahası’ sistemi oluşturulmuştu. İki nokta arasına sabitlenmiş ağır makineli silahlar ateşe başlayınca, bir sonraki mevzinin önüne mermi yağdırır ve oradan düşmanın geçmesi mümkün olmazdı. Bir geceyarısı Selahattin çavuşun muziplik yapacağı tuttu. Yan mevzideki Amerikalılar’ın da duyabileceği şekilde ön tarafa doğru bir taş fırlattı. Gecenin sessizliğinde ‘tınnn’ diye yankılandı taşın sesi. Amerikan askerleri dikkat kesilmiş yeni bir ses, bir hareket bekliyorlardı.Selahattin çavuş bir taş daha attı; ‘tınnnn.’ Birden ortalık cehenneme döndü. Onlar ateşe başlayınca Selahattin mangasındaki erlere bağırdı. ‘Ateş durana kadar yatabilirsiniz.’ Nasıl olsa, mevzilerinin önü ateş altındaydı! Rahatça uyuyabilirlerdi.Sabaha kadar dinlenme fırsatı bulunca Selahattin, ertesi gece yine aynı oyuna başvurdu. Sonuç aynıydı! Amerikan askerleri sabaha kadar ateş etti, Selahattin çavuşun mangası uyudu. Amerikalılar sabah mevzinin önüne baktılar, yine düşmandan geriye hiçbir iz kalmamıştı! Şaşkın şaşkın sordu Çavuş George, ‘Ne oldu? Düşman saldırmadı mı size?’ Aynı numara birkaç gece daha işe yaradı. Sonunda uyandı Amerikan askerleri. Önce kızdılar ama tatlıya bağlandı sorun, ‘Şaka yaptık’ diye savundu kendini Selahattin çavuş.Bazı geceler de sessizliği cephe üzerinde dolaşan düşman uçakları bozuyordu. Uçaklardan sarkıtılan hoparlörlerle içli şarkılar dinleterek, morallerini çökertmeye çalışıyordu Koreliler.Bu uçaklardan propoganda broşürleri de atıyorlardı. Bu broşürlerin biri onları çok etkilemişti. Bir anne ve baba, mezar başında dua ediyor, resmin altında Türkçe bir yazı bulunuyordu: ‘Biz burada vatanımız için savaşıyoruz. Sen dünyanın bir ucundan geliyor ve burada ölüyorsun, savaşma, vatanına dön aileni yasa boğma.’TÜMSEK DİYE OTURDUĞU KORELİ ASKERİN CESEDİYDİ Çatışmalar da geceleri yaşanıyordu. Bazı geceler Koreliler toplu halde taarruza geçiyorlardı. Onlar yeri, göğü inleten bağırtıları ile üzerlerine gelirken Türk askerleri ölümü içlerinde hissediyor, tüyleri diken diken, deli gibi savaşıyorlardı. Koreliler püskürtüldüğünde, onlar da yorgunluktan mevzilerine seriliyordu.Koreliler’in, pusu kurup, baskın yaparak kaçırdığı askerleri, ertesi gün mevzilerin altından ‘Geliyorum ateş etmeyin’ diye bağırtmaları çok üzücüydü. Bir yandan bir dostunu öldürme ihtimali, diğer yandan da düşmanın onu kullanarak saldırması ihtimali! Mecburen ateş ediyorlardı böyle bir durumda. Kesin emir verilmişti; ‘Karşıdan baban gelse, ateş edeceksin.’Neredeyse ayda bir kez Türk askerleri de ağır silahlar kuşanıp düşman arazisine sızıyorlardı. Düşmanla karşılaşırlarsa çatışma çıkıyor, sonunda yaralıları, esirleri toplayıp geri dönüyorlardı.Cephede ilk keşif görevi sırasında düşmana rastlamamışlardı ama dönerken havan ve top saldırısına uğradılar. Bir türlü susmuyordu silahlar. Zayiat vermedik diye sevinirken, Hayri Gür üsteğmenin ayağından yaralandığı haberi geldi. Yine de ucuz kurtulmuşlardı.Bir gece düşman cephesinin gerisindeki bir tepede nöbet görevi çıktı. Selahattin ve mangasından iki er, sabaha kadar tepede kalacak, düşman harekete geçerse
haber vereceklerdi.Hava çok soÄŸuktu, müthiÅŸ bir tipi vardı. Selahattin ve iki er, uzun uÄŸraÅŸlardan sonra tepeye çıkmayı baÅŸardılar. Tepede mevzilenmek için uygun bir yer aradılar. Selahattin, bir aÄŸacın dibindeki tümseÄŸe oturdu. Oturmasıyla da tümseÄŸin çökmesi bir oldu.Tümsek diye üzerine oturduÄŸu, Koreli bir askerin donmuÅŸ cesedi idi! Gözleri açık kalmıştı, sanki Selahattin ÇavuÅŸa bakıyordu. Panik içinde bir tekme atıp, aÅŸağı yuvarladı cesedi. Öldürdükleri Koreli askerlerin ceplerini arama alışkanlığı edinmiÅŸlerdi. Ceplerinden para ve ailelerinin resimleri çıkardı düşman askerlerinin. Onlara bakıp üzülürlerdi, ‘İşte savaşın kötü tarafı da bu’ diye.Kimi zaman öldürdükleri Koreli askerlerin üzerinde, öldürdükleri Amerikan askerlerinin cüzdanı, ailesinin fotoÄŸrafı ve dolarlar çıkardı. Her iki taraftaki askerlerin davranış kalıpları aynıydı, deÄŸiÅŸen sadece üniformalardı.NEREDEYSE BÄ°R YILDIR HİÇ YIKANMAMIÅžTI Havalar soÄŸudukça nöbetler zorlaşıyordu. Bir gece yarısı nöbette Selahattin’in tuvalete gitmesi gerekti. Etraf zifiri karanlıktı ve mevzi dışına çıkmaktan baÅŸka çaresi yoktu. Pantolonunu sıyırıp yere çömelirken Thomson tüfeÄŸini yere bıraktı. Keklik gibi bir hedef durumundaydı. Derdi, vurulmaktan çok, bu pozisyonda ölmekti. Korkuyla iÅŸini bitirip kalkarken ayağının çarptığı tüfeÄŸi, 3-5 metre aÅŸağıya, üstelik mayınlı araziye düşmesin mi? Mayına çarpma tehlikesini göze alarak dikkatli adımlarla aÅŸağı indi. TüfeÄŸini alıp döndü ama ölüp ölüp dirilmiÅŸti o üç beÅŸ dakika içinde. Mevzideki arkadaşı Kürt Memo olayı görmüştü, uzun zaman takıldı ona, bereket kimseye birÅŸey söylemedi. Kısa zamanda Amerikalı askerlerle kaynaÅŸmışlardı. Gündüzleri beraber oluyor, gece olunca mevzilerine çekiliyorlardı. Türkçe, Ä°ngilizce ve çoÄŸunlukla da Tarzanca anlaşıyorlardı. ÇavuÅŸ George, Selahattin’in iyi arkadaşıydı. GüneÅŸli bir günde, irtibat hendeÄŸinin dışında havan atışına yakalanıp ayağından yaralandı George. Acıyla bağırıyordu. Amerikan askerleri yakındı ama havan atışlarından korktukları için mevzilerinden çıkamıyorlardı. Aslında havanın yakına düşüp düşmeyeceÄŸi çıkardığı sesten anlaşılıyordu. Selahattin sesleri kollayarak fırladı; George’u sürükleyerek taşıdı mevziye. Kısa sürede iyileÅŸen George, ona minnet doluydu. SavaÅŸ sonrasında Amerika’ya gezmeye davet ediyor, isterse kız kardeÅŸi ile evlendireceÄŸini söylüyordu. Bir gün bölükten bir emir geldi. ‘Sabaha karşı teslim olacak üç kuzey Koreliyi silahlarını alıp karargaha getirin.’ Gerçekten de güneÅŸ doÄŸarken üç Koreli, ellerini kaldırarak teslim oldu. Çift taraflı ajanlık yapıyorlardı. Selahattin, ciple onları karargaha götürdü.Karargah cepheden çok uzaktaydı. Selahattin’i, bir kahraman gibi karşılayıp, cepheyi anlattırdılar ona. Sohbet ederken aklına geldi Selahattin çavuÅŸun. Neredeyse bir yıldır hiç yıkanmamıştı! Hamam olarak düzenlenen çadırda yıkanıp üzerini deÄŸiÅŸtirdikten sonra kendini tanıyamadı. SAVAÅž SENDROMUNDAN KURTULMANIN YOLUGeri döndüğünde cepheden kopmuÅŸtu. Bu kadar uzun süre yaralananlar, ölenler arasında hayatta kalma savaşı verdikten sonra medeni dünyaya gidip geri gelmek vatan özlemini iyiden iyiye tetiklemiÅŸti.Ondan sonrası ‘DeÄŸiÅŸtirme birliÄŸi gelecek’ söylentileriyle avunarak geçti. Ve birgün gerçekten de yeni askerler geliverdi. Cemselere doluÅŸarak, cepheden ayrılırken sevinç içindeydiler. Sanki yüz sene geçmiÅŸti cephede.Seul yakınlarındaki Hürriyet kampında, dört çavuÅŸa eÅŸyaların olduÄŸu iki vagonu bekleme görevi verildi. Selahattin de aralarındaydı. Sabaha kadar nöbet tutacaklardı. Bir ara çavuÅŸlardan biri yanına çağırdı; bir çocuk gelmiÅŸ, ‘ŞakÅŸi (kadın) 5 dolar’ diyordu. Bütün tehlikeyi göze alıp, dördü birden çocuÄŸun peÅŸine takıldılar. Küçük bir eve girdiler. Dört güzel kız geldi, viskiler içildi. Ä°yice kafayı bulduktan sonra ışıklar söndü. BaÅŸka oda yoktu evde.Birkaç saat sonra vagonlara döndüklerinde rahat bir nefes aldılar. EÅŸyalara bir ÅŸey olmamıştı. Kazasız belasız döndüklerine sevindiler.Geri dönüş yolculuÄŸu için gemiye bindiÄŸinde sevinçli deÄŸildi Selahattin çavuÅŸ. Beraber geldiÄŸi arkadaÅŸlarından bazılarını orada bırakmanın hüznü kaplamıştı içini.Ä°stanbul’daki ilk günlerde sivil yaÅŸama yeniden alışması zor oldu. Geceleri sayıklıyor, savaÅŸ alanındaymış gibi bağırıyordu. Bir gece sayıklarken uyandırmak için gelen aÄŸabeyinin gırtlağına çöktü. Elinden zor aldılar aÄŸabeyini.BaÅŸka bir gün de aÄŸabeyiyle Sultanahmet meydanında yürürken, cephedeki havan toplarının sesine benzer sesler duydu. ‘Kafamıza geliyor’ diye bağırıp, aÄŸabeyinin üzerine atılmasıyla yere yatırması bir oldu.Selahattin’in durumu ailesini telaÅŸlandırdı. Önce psikiyatriste götürdüler fakat düzelmeyince alelacele bir komÅŸu kızı bulup evlendirdiler. SavaÅŸ sendromunu böylece atlattı ama yeni sorunlar baÅŸladı yaÅŸamında...OKURA PUSULAMutluluÄŸu ikinci eÅŸinde bulduSelahattin Özakar, daha ilkokul öğrencisiyken, akÅŸamları gazete satarak para kazanmaya baÅŸlamıştı. Bir yandan ortaokula devam ediyordu ama okumakta gözü yoktu. Ailesinin baskısıyla liseye gittiyse de bitiremedi. Lisenin onda bıraktığı en büyük iz, sıra arkadaşı Aynur’du. Ona aşık olmuÅŸtu. Fakat bir gün köprüde gazete satarken karşılaşınca çok utandı. Askere gitmeye ondan sonra karar verdi. Kore dönüşünde evlendiÄŸi eÅŸinden 17 yıl sonra ayrıldı, ÅŸimdi ikinci eÅŸiyle birlikte.SONRAKÄ° ÖYKÃœ: HASTALIKLAR YAÅžAMA SEVÄ°NCÄ°NÄ° YOK EDEMEDÄ°Â
button