Kolaya kaçmanın imkansız olduğu topraklar

Güncelleme Tarihi:

Kolaya kaçmanın imkansız olduğu topraklar
Oluşturulma Tarihi: Eylül 20, 2004 00:28

‘’Dışarıda bir haftadır fırtına, iki metre de kar vardı. Hiçbir şey yapamadık, yerimizden kımıldayamadık. Annemin kanaması durdurulamadı, kardeşimi doğururken, onu kaybettik. O gün, her ne olursa olsun Macahel’den kurtulmaya ve okumaya karar verdim.’’

Borçka’yı Camili köyüne bağlayan bozuk yol, yükselerek 1850 metredeki Macahel Geçidi’yle buluştuğunda, turistin gözüne alabildiğine egzotik gelen bu bakir doğanın, zamanı geldiğinde, kendi insanına ne kadar vahşi davranabileceğini görebiliyorum. Zirvesi 3500 metredeki Karçhal dağının bir uzantısı olan bu geçidi aşıp, Gürcistan’a açılan vadide yer alan köylere varınca, Laz ve Hemşin kültürü geride kalıyor. Burada artık Gürcüce konuşuluyor, Gürcü yemekleri yapılıyor, Gürcü şarkıları söyleniyor. Gürcistan sınırının tam üzerindeki Camili köyünün girişinde, 1990 öncesine ait, ‘’Yasak Bölge Girilmez’’ uyarısının geçerliliği yok artık. Geçen yıla kadar, Genelkurmay’dan izin almadan, dışarıdan gelen herkese bu bölge yasaktı.

Hasan Yavuz, annesiz geçirdiği yılların ardından terk ettiği köyünde o günden beri hiçbir şeyin değişmediğini fark edince, yeniden sahiplenmek için dönmüş. Kendisine ‘’köylü Hasan’’ diyor ama Macahel için yüklendiği sorumluluklar sıfatını aşıyor. Parçalanan Sovyetler Birliği’nin ardından, Türkiye ve Gürcistan arasındaki Sarp sınır kapısı açılınca, Türkiye’ye turizm ya da bavul ticareti amaçlı girenlerin olması, Macahel’in mücadelesinin de başlangıcı oluyor. Macahel köylerinde yaşayanlar, zorunlu durumlarda, omuz omuza yaşadıkları komşu Gürcistan üzerinden geçiş yapabilmek için haklarını arıyorlar.

Çünkü o güne kadar, Macahel’i en yakın hastanenin bulunduğu Borçka’ya bağlayan ve kışın geçit vermeyen 50 kilometrelik yolda, analarını, babalarını, çocuklarını kaybetmişler. Oysa hemen burunlarının dibindeki Gürcistan sınırından geçip Batum’a oradan da Sarp kapısından hastanenin bulunduğu en yakın Karadeniz kentine ulaşmak çok daha kolay. İnsani amaçlı geçişlere izin verilmesinin ardından, ilk defa 1992’de Macahel muhtarının öncülüğünde bir grup, hasta götürmek üzere geçiş yapıyor.

YALNIZ OLUNAMAYACAK KADAR SERT BİR DOĞA

Hasan Bey karlı yolları çokça arşınlamış; ‘’Altı köyden adama haber salar, 70- 80 kişi toplanır, ayağımıza hedikleri takar, patika aça aça, altı-yedi saatte, sedyeyle, kızakla hastayı Borçka’ya taşırdık. Bu durumda kimse boşveremez, çünkü herkes bilir ki bir gün kendisinin de ihtiyacı olabilir. Ne kadar mücadeleci ruha sahip olursanız olun, böyle sert bir doğada tek başınıza yaşayamazsınız.’’

Doğu Karadeniz emek istiyor, sabır bekliyor. Dağları aşmak, kavuşmak için geceyi gündüze katmak, yaşına bakmadan kilometrelerce yürümek, bel sızısına aldırmadan yüklenmek, tarlaları ayılarla paylaşmak gerekiyor. Hızına ayak uydurulmaz Çoruh Nehri’nin bir yakasından diğerine derme çatma, ahşap, asma köprüler, yük ya da insan taşımak için teleferikler uzanıyor. Kolaya kaçmanın imkansız olduğu topraklar bunlar. Artvin’den belli değil mi? Kent merkezine ulaşmak için, üç kilometre boyunca, hiç bitmeyecekmiş gibi zikzak çizen, keskin virajlı bir yoldan yukarı tırmanmak gerekiyor. Hatta bundan dört yıl öncesine kadar, İskebe mahallesindeki futbol sahasında, oyun sırasında, top stadın dışına fırladığında, ta Çoruh Nehri’ne kadar gidermiş. Şimdi yeni yerleşimler topu durduruyor.

Karahan Otel’in sahibi Yavuz Karahan’ın önerisiyle, bir Artvin düğününe katılıyorum. Gece Artvin’in sokakları ıssız. Düğün salonundaysa, Karadeniz’in bütün ezgileri çalınıyor, kızlar erkekler kol kola dans ediyor, horon tepiyorlar. Sırada, Artvin’in simgesi haline gelen ‘’Atabarı’’ var. Hikayesini dinlemiştim; 1936 yılında İstanbul’da yapılan yerel danslar festivaline, Türkiye’yi Balkanlar’da temsil etmiş olan Artvin ekibi de katılıyor. Ekip, Beylerbeyi Sarayı’nda, Atatürk’ün huzurunda ‘’Artvin Barı’’ olarak adlandırılan gösteriyi sunarken, Atatürk, dansın coşkusuna dayanamayıp oyuncuların arasına katılıyor. Artvin’le özdeşleşen bu yöresel dans, o günden beri, ‘’Atabarı’’ olarak anılıyor ve bugün hálá Artvinliler şu dizeleri mırıldanıyorlar: ‘’Bahçesi var, bağı var/ Ayvası var, narı var/ Atamızdan yadigar/ Bizde atabarı var.’’

Gerçekten de insanın yerinde durmasını zorlaştıran, kıpır kıpır bir oyun. Artvin’deki evlilik geleneklerinden birine göre, gelin kaynanasının evine girdikten sonra bir süre oturmaz, dikilirmiş. Ta ki evin büyüklerinden bir ya da birkaçı oturması için kendisine bir meyve ağacı ya da damızlık hayvan armağan edinceye dek. Bu tür gelenekler bugün hálá geçerliliğini koruyor mu bilmiyorum ama Artvin’deki düğün salonlarına ya da haftasonları meydandaki Atabarı Restaurant’ta düzenlenen atabarı partilerine bakılırsa, Artvinliler’in kültürel miraslarından tamamıyla vazgeçmemek için çaba sarfettiklerini görebiliyor insan.

KAVGA İÇİN DEĞİLBARIŞ İÇİN GÜREŞ

Artvinliler’in kültüründe ilk günkü gibi kalmış bir başka renkse boğa güreşleri ya da bugünkü adıyla Kafkasör Festivali. Bu festival, Anadolu’nun otantikliğini kaybetmemiş ender şenliklerinden. Eskiden, köylüler hayvanlarını Kafkasör yaylasına otlatmaya getirdiklerinde, zamanla, güreşen boğalarının etrafına kalabalık bir grup izleyici toplandığını fark etmişler. 24 yıldır, temmuzun ilk haftasonu yapılan ve üç gün süren boğa güreşleri böyle başlamış. Festivale yaklaşık 20 bin kişi katılıyor, yaylada yüzlerce çadır kuruluyor. Artvinliler, güreşçi ruhun, bazı boğaların genlerinde olduğuna inanıyorlar. Bu yüzden ırkını takip ediyor, soyunun sürmesi sağlıyorlar.

Kafkasör yaylasında Köy- Kent adlı bir kır lokantasının sahibi olan Enis Güneri, her yıl, canlılık getirsin diye festivale birkaç boğayla katılıyor. Asıl mesleği kasaplık olan Enis Bey, yenilen boğaları festivalin ardından kesiyor, birinci olanı ise bir sonraki festival için hazırlamaya hevesli birine satıyor. Hayvan hakları savunucularına Enis Bey’in bir açıklaması var: ‘’Bu, Türk toplumunun en eski geleneklerinden biri. Yerli ırkın dövüşü, hiçbir değişime uğramadan süregelmiş. Yaylaya çıkmadan önce bütün boğalar düz bir arazide güreştirilir. Hepsi birbirini tanır ve barışır. Festivalde ise ne insan ne de hayvan zarar görmez, yaralanmaz bile. Bu kavga için değil, barış için yapılır.’’

Enis Bey’in, 20 yıldır kasaplık yapması bir yana, o, dünyanın ve Artvin’in geleceğine kafa yoranlardan. Kafkasör yaylasının çevresinde altın ve bakır madeni olduğunun ortaya çıkarılması, sahip olduğu en büyük sermayeyi doğası olarak gören birçok Artvinli gibi onu da tedirgin etmiş. İlk günden beri, TEMA ve Yeşil Artvin Derneği birlikte buna karşı koyuyorlar. Bir de yapımına başlanan yedi baraj var. Aslında bu topraklarda bir çelişki yaşanıyor. Artvin, Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri, okuryazar oranıyla Türkiye’nin ilk 10 kenti arasındaki yerini koruyor. Eğitimli gençlerin hep göç etmesinden şikayetçi olan Artvin halkının aklını, bir taraftan da barajlarla birlikte doğacak iş imkanları çeliyor.

YUSUFELİ’YE EN MERAKLI MİLLET İSRAİLLİLER

Enis Bey’se olaya başka türlü bakıyor; ‘’Zaten Artvin’de doğanın okumaktan başka çaresi yoktur. Ancak bir taraftan da biz birçok şeyi okuması yazması olmayan bilge insanlarımızdan öğrendik. Hatırlıyorum, yaylada çok az insanın katıldığı bir cenazeye gitmiştim, 60 yaşında bir çoban, ’işte böyledir’ demişti, bir zenginin namussuzluğu bir de fakirin ölümü duyulmaz.’’

Bölgenin turizm merkezi Yusufeli su altında kalır mı diye merak ediyor herkes. Son 25 yıldır barajın yarattığı belirsizlik sürüyor. Kimsenin yatırım yapmaya eli varmıyor. Geçim kaynağı sorulduğunda ‘’gurbetçilik’’ diyorlar. Eğer baraj yapılırsa, Çoruh Nehri üzerindeki, dünyaca ünlü rafting parkurlarından birinin de en heyecanlı etabı yok olacak. Yeryüzünde, Yusufeli’ne en meraklı millet, İsrailliler. Kaçkar Dağları’nda trekking yapmak için, ekmek karpuz yeme pahasına, buraya geliyorlar. Barhal Pansiyon’da karşılaştığım Roy, dergilerden belgesellere, Kaçkarlar’ın İsrail’de çok meşhur olduğunu söylüyor. Dokuz gün tek başına yürümüş, bir kere siste kaybolmuş, köylüler yardım etmişler. Roy, ‘’Bizde de yeşillik var ama bu kadar su yok’’ diyor.

Çoruh’un tepesindeki Çar’ın eski yazlığı Artvin’de, Rus evleri yok denecek kadar azalmış. 50’lerde her evde en az bir kişi akordeon çalarmış. Şimdi o da pek yok. Kafkasör yaylasının serin sessizliğinde, şöminesinin başında akordeon çalan Enis Bey’i dinliyorum; ‘’Aynı topraktan geldik/ Biz bize benzeriz/ Sevdalıklar dururken/ Neden kavga ederiz?’’...

Doğu Karadeniz emek istiyor, sabır bekliyor. Dağları aşmak, kavuşmak için geceyi gündüze katmak, yaşına bakmadan kilometrelerce yürümek, bel sızısına aldırmadan yüklenmek, tarlaları ayılarla paylaşmak gerekiyor. Hızına ayak uydurulmaz Çoruh Nehri’nin bir yakasından diğerine derme çatma, ahşap, asma köprüler, yük ya da insan taşımak için teleferikler uzanıyor. Kolaya kaçmanın imkansız olduğu topraklar bunlar. Artvin’den belli değil mi? Kent merkezine ulaşmak için, hiç bitmeyecekmiş gibi zikzak çizen bir yoldan yukarı tırmanmak gerekiyor.

BEN OLSAYDIM BUNLARI YAPARDIM

Doğu Karadeniz’in engebeli yollarında Macahel Gürcü Yaşlılar Korosu’nu dinlemek

Şavşat’ın rakip tanımayan çayırlarında, yaylalarında oksijen depolamak

Macahel’in yağmur ormanlarında yürümek

Çoruh’ta rafting, Kaçkar Dağları’nda trekking yapmak

Kafkasör yaylasındaki kır lokantalarında, bölgenin meşhur beyaz patatesini tatmak

Cehennem Kanyonu’nda, kendinizi eski zaman define avcıları gibi hissetmek

Artvin’in Efkar Tepesi’nden, Çoruh Nehri’ne bakarak rakı içmek

Yusufeli civarındaki Gürcü kiliselerini kaçırmamak

Macahel’de bir kütük evde konaklamak ve Hacer Hanım’ın Gürcü yemeklerini tatmak
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!