Murat Bardakçı
Oluşturulma Tarihi: Ekim 21, 2006 00:00
Klasik Türk Edebiyatı’nın bilinen son "Divan"ı, 1885 ile 1948 yılları arasında yaşamış olan şair Hamámizáde İhsan Bey’e aittir ve geleneksel şiir tarzımızın son örneklerinin bu eserle noktalandığı söylenir.
Ama, İhsan Bey’in "Divan"ı, bu konuda "yazılan" değil, yayınlanmış olan son örnektir ve várolan ama henüz basılmamış olan son divan, şarkiyat biliminin çok önemli bir üstadına, 1982’de vefat eden Abdülbaki Gölpınarlı’ya aittir. İşte, şimdi Konya’da, Mevláná Müzesi’nin "İhtisas Kitapları" kısmında muhafaza edilen bu tek nüsha elyazmasının özellikleri...
"Dİvan" sözü, klasik edebiyatımızda "bir şairin bütün şiirlerinin birlikte yeraldığı kitap" anlamına gelir. Meselá "Nedim Divanı" dendiğinde, 18. asırdaki Lále Devri’nin meşhur şairi Nedim’in gazelinden kasidesine, padişah için yazdığı medhiyelerden şarkılarına ve rubailerine kadar kaleme aldığı eserlerinin birarada olduğu şiirleri anlaşılır.
Klasik Türk Edebiyatı’nın bilinen son "Divan"ı, 1885 ile 1948 yılları arasında yaşamış olan şair Hamámizáde İhsan Bey’e ait olduğuna inanılır ve geleneksel şiir tarzımızın son örneklerinin bu eserle noktalandığı söylenir.
HER ÇEŞİT ŞİİR VAR
Hamámizáde İhsan Bey’in "Divan"ı, bu konuda "yazılan" değil, "basılan"; yani yayınlanmış olan son örnektir ve henüz basılmamış olan son divan, şarkiyat biliminin çok önemli bir üstadına, "Şark Edebiyatı Ansiklopedisi" isimli yayınlanmamış bir başka eserinden geçen hafta bahsettiğim Abdülbaki Gölpınarlı’ya aittir.
1982’de vefat eden Gölpınarlı’nın "Divan-ı Baki" adını verdiği ve kendi elyazısıyla yazıp klasik biçimde ciltlettiği divanında "Ey kılan bu defter-i divánıma atf-ı nazar / Fátihayla ruhumu lutfeyleyip şádeylesin" beytiyle başlayan bir kıt’anın ardından eski örneklerde olduğu gibi, önce Hazreti Muhammed’e övgü demek olan "na’t"lar yeralıyor ve diğer dini şiirleri, aşkı konu alan başka şiirler takip ediyor. Son kısımda, önemli olayların tarihlerini şiir şeklinde yazarken kullanılan "ebced hesabı" denilen sistemle yazılmış çok sayıda "tarih mısraı" bulunuyor.
"Divan Edebiyatı" dediğimiz Klasik Türk Edebiyatı’nın son örneği olan bu elyazması eserin tek nüshası şimdi Konya’da, Mevláná Müzesi’nin "İhtisas Kitapları" kısmında muhafaza ediliyor. Edebiyat tarihçilerimize duyurulur.
Üstad tarihçi İnalcık, aynı zamanda üstad bir şairdir
Günümüzün en önemli Türk tarihçilerinin başından gelen Prof. Halil İnalcık’ın çok iyi bir şair olduğunu az kişi bilir.
İnalcık, Balıkesir Lisesi’nde 1930’lardaki öğrencilik yıllarında Abdülbaki Gölpınarlı’nın talebesi olmuş ve divan şiirinin inceliklerini Gölpınarlı’dan öğrenmişti. Geçen yıl yayınlanan "Tarihçilerin Kutbu" isimli hayat hikáyesinde edebiyat merakının nasıl başladığını ayrıntılarıyla anlatan Halil İnalcık’ın 2003’te çıkarttığı "Şair ve Patron" isimli eseri, klasik edebiyatımız hakkında son 50 seneden buyana yapılan en önemli çalışmadır.
İşte, Halil Hoca’nın, klasik edebiyat zevkini her bakımdan aksettiren bir kıt’ası:
"Dehr-i fániden nice, can nice cánanlar geçer / Bezm-i işretten aceb mestáne yáranlar geçer / Bir nefesdir cánımız yár leblerinde ber-karár / Hey, bu fánûs-ı bir gün söner, cánlar geçer"
Eski edebiyatımızın son örneği bu şiirdir
Aşağıda, Abdülbaki Gölpınarlı’nın yayınlanmamış olan "Divan"ında yeralan, klasik üsluptaki çok güzel bir şiirini naklediyorum:
Abdülbaki Hoca, 1970’lerin sonunda "gazel" formunda yazdığı bu şiirde hayat tarzının ve anlayışın değişmesi yüzünden yaşadığı üzüntüleri, eski edebiyatımızın kalıpları içerisinde ve "garib" redifi ile, yani her mısraın sonunda "garib" kelimesini kullanarak naklediyor.
İşte, klasik edebiyat meraklılarının hayran olacakları gazel:
"Gurbet ender gurbet içre olmuşum cáná garib / Şimdi álemde benim ben bi-emel yektá garib
Hánümánım báde vermiş gird-bád-ı ruzgár / Áşiná yok derdime dil gavta-zen, deryá garib
Neş’e-i ümmîd ná-peydá, şikeste cám-ı mey / Kalmamış yárán bu meclisde bu şeb sahbá garib
Hatt-ı ná-fercámımı yok bir bakıp fehmeyleyen / Her görüp seyrettiğim simá-yı bi-máná garib
Mábedim káşánelerle sanki garkab-ı memát / Kalmamış seng-i mezárım, mevt-i bi-pervá garib
Şáhidim, şehdim, şühudum sanki olmuş bir seráb / Düşdüğüm bigánelik bezmindeki feyfá garib
Yok dilimden anlayan bir hemdemim, bir mahremim / Sanki zát-ı pák-i Hakkla olmuşum ra’n’a garib
Gök o gök ammá ne çáre yer değil artık o yer / Ben bu yerde olmuşum bi-çáre vü bi-cá garib
Nağme-i Şevkutaráb olmuş cünuna müntehi / Beste çılgın, güfte mecnun, ten ni ten nen ná garib
Dilkurum sá’yiyle oldu defter-i diván-ı dil / Nazmı nesrinden beter her suret-i inşá garib
Söyleyenler anlamazlar dinleyen fehmeylemez / Hásılı her söz hümá-pervázdır hemtá garib
Hál- i zár-ı bi-karár-ı derd-i bi-dermánımı / Sanki vaktiyle demiş bir áşık-ı şeydá garib
’Gáh olur gurbet vatan, gáhi vatan gurbetlenir’ / İşte şimdi oldu Báki háliya dünyá garib
Gönlüm ister gitmeyi cáná bu mátemháneden / Korkarım ki gittiğim yer de olur ammá garib"
Son Halife’nin son müezzini Cevdet Soydanses, bankacılık yapan büyük bir háfızdı
Son devrin önde gelen háfızlarından olan Cevdet Soydanses, 1902’de "háfız fabrikası" gibi çalışan Karagümrük semtinde doğdu. Babası Süleyman Efendi, o devrin İstanbul’unda icazet vermeye yetkili üstad bir Kur’an okuyucusu ve Karagümrük’teki Atikalipaşa Camii’nin imamı, meşhur Háfız Sami de Cevdet Bey’in öz dayısıydı.
Cevdet Bey, aile geleneğine uyularak küçük yaşında háfız yapıldı ve başta babası Süleyman Efendi olmak üzere, dönemin ileri gelen hocalarından Kur’an ilimlerini öğrendi.
Gençliğinde İstanbul’un birçok camiinde müezzinlik eden Cevdet Soydanses, 1923 senesinde son Halife Abdülmecid Efendi’nin müezzinliğine getirildi ve bir yıl kadar Dolmabahçe Sarayı’nda bulundu. Daha sonra Ankara’ya nakletti ve bambaşka bir işe girdi: Ziraat Bankası’nda memurluğa başladı, çeşitli şubelerde yıllarca çalıştı ve 1950’de emekli olduktan sonra İstanbul’a dönüp Şişli Camii’nin imam-hatipliğini yaptı.
1980’lerin başında vefat eden Cevdet Soydanses, yılların birikimiyle olgunluğun zirvesine çıkan tavrıyla ve üslubuyla, ömrünün son yıllarında bile dinleyenleri mestediyordu.
Acem pilávı
İyi cins kıvırcık eti ufak şekilde doğranıp tencereye atılır. Et yağlı değilse bir-iki kaşık sade yağ iláve edilip kavrulur ve kevgirle süzülüp alınır. Kalan yağa üç-dört baş soğan doğranır, kavrulur ve üzerine önceden hazırlanmış olan et yerleştirilir. Etin üzerine bol fıstık, üzüm, tarçın, karanfil ve kakule konur. Önceden yıkanmış bir ölçü Mısır pirinciyle iki ölçü soğuk su ve tuz iláve edilir. Tencerenin kapağı kapatılır, kor üzerinde yavaş yavaş suyunu çekene kadar pişirilir ve bir kadayıf tepsisine başaşağı edilir ("Melceü’t-Tabbáhin"den).
Murat Bardakçı’nın notu: Tarifte geçen "Mısır pirinci" artık temin edilemeyeceği için, bunun yerine bizde kısaca "amberbu" denilen ve zor da olsa bulunabilen "Sadri" yahut "Dumsiyeh" pirinçleri kullanılabilir.