Güncelleme Tarihi:
Öyle anlaşılıyordu ki, bugüne kadar soğuk kış aylarında sinek avlayan esnaf para kazanacak, Şirince’nin adı unutulmamak üzere belleklere kazınacaktı. Böylesine kıyamet tüm köylerin
başına diye diledim.
Maya takvimine göre 21 Aralık’ta kıyamet kopacak ve İzmir’in Şirince Köyü’ne sığınanlar bu felaketten kurtulacak! Nasıl mı? Söylentiler muhtelif. Kimine göre dağın tepesinde bulunan yoğun enerji bu kurtuluşu gerçekleştirecek. Kimine göre de Hz. Meryem Şirince’ye gelip, buradakileri sağ salim gökyüzüne götürecek. Gökyüzüne çıkanlar belki de bir başka gezegende yaşamlarına devam edecekler. Bu mevsimde ilk kez Şirince’ye gidiyordum. Derdim kıyametten kaçmak değildi. Kıyamet öncesini gözlemek istiyordum. Ege Bölgesini altüst eden fırtına, burada da kuvvetli esiyordu. Selçuk’tan ayrılıp, tepeye doğru tırmanan virajlı yol dereye dönmüştü. Yağmur suları önüne kattığı taş, toprak, yaprak yığını ile gürül
gürül akıp gidiyordu.
Zeytin ağaçlarının dalları neredeyse yere değecekti. Henüz hasat yapılmamış, dallar koca koca zeytin taneleriyle dolup taşmıştı. Bereketli bir yıl olmuştu anlaşılan. Kavak ağaçları sarı yapraklarını rüzgâra teslim etmemekte direniyordu. İncir ağaçları da öyle. Ama dere tepe zeytin ağaçlarıyla kaplı olduğu için kış
renkleri pek göze çarpmıyordu. Hâkim renk zeytin yeşiliydi.
Bulutlar, gri bir dumana benziyorlardı. Sanki bir fabrika bacasından çıkmış gibi gökyüzünde akıp gidiyorlardı. İnsanı melankoliye iten bir görüntü vardı çevrede. Islak, rüzgârlı, gri ve serin.
İZMİRLİ PAPAZIN DEDİKLERİ
Tepedeki bu köye birkaç yıldan beri uğramamıştım. İlk bakışta herhangi bir değişiklik gözüme çarpmadı.
Karşı tarafta beyaz badanalı evler, onların yaslandığı yeşil tepeler. Dikkatlice bakınca, onarılmış ev sayısının arttığını gördüm.
“Kıyamet Sığınağı” Şirince, aslında geçmişten bugüne hep şirin bir köy olmuştu. 300 yıl önce buraya gelen İzmirli papaz Edmund D. Chishull, yolculuğunu şöyle anlatmıştı: “Atlarımızla Efes Hisarı’nın altından, bir buçuk saat süren yorucu ve uzun, fakat zevkli ve eğlenceli bir yoldan ve çağlayanlı bir derenin bulunduğu
iki tepe arasında gittik. Her iki
yanımızda sarkan mersin, zakkum, katırtırnağı, erguvan, leylak ve diğer haz verici ağaçların koyu
gölgeleriyle ağırlandık...”
İzmirli papaz hiç zeytin ağaçlarından bahsetmemişti. Acaba yolculuğun yapıldığı 1699 yılında o tepelerde hiç zeytin ağacı yok muydu acaba? Ben de erguvanları, leylakları, katırtırnaklarını görmedim. Belki de mevsim kış
olduğu için çiçekler, ağaçlar daha renklere bürünmemişti.
Şirince, köye konan en son ad olmuştu. Daha önceki adlar şöyle sıralanıyordu: Kyrkindje, Kirkindche, Kirkidje, Kırkıca, Kırkınca, Çirkince. Aslında bu köy, Şirince’den önce anıldığı Çirkince adına hiç de layık değildi. Nitekim, İzmir Valisi Kazım Dirik Paşa da, bir gezisi sırasında uğradığı bu köyün adının asla Çirkince olamayacağına, Şirince olarak düzeltilmesi gerektiğine karar veriyordu. Valinin söylediklerini not eden kâtipler, İzmir’e dönünce gerekli düzeltmeyi yapmışlardı.
MUHACİR KÖYÜ
Şirince’nin adına 16. yüzyıl kayıtlarında da rastlanıyordu. Net hatırlanan tarihe göre ise bu dağ başındaki yerleşim birimi 1800 hanelik bir Rum köyüydü. Rum nüfusun, 1933 tarihinde zorunlu olarak köyü terk etmesinden sonra, Selanik, Manastır ve Provuşta’dan gelen muhacirler buraya yerleşmişlerdi. O gün bugündür Şirince muhacirlerin olmuştu.
Yunanlı ünlü yazar Dido Sotiriou da bu köyün sevdalılarından biriydi. Dido, aslında Aydınlıydı. Bir sabun imalatçısının oğluydu ve annesi onu hamamda doğurmuştu. 1922 yılında Atina’ya göç etmişti. Dido Sotiriou’nun aşağıda okuyacağınız tanımlamaları aynen bugün için de geçerliydi:
“Köyde herkesin iki katlı bir evi vardı. Ve hiç kimse bahçesini çiçeklerle donatmayı ihmal etmezdi. Dalları ürün bolluğundan yerleri yalayan, özsuyu dolu, yusyuvarlak, simsiyah, pırıltılı zeytinli ağaca başka hiçbir yerde rastlayamazdınız. Köylünün kemerini altınla dolduran incirin ünü bütün dünyaya yayılmıştı. Derisi var mı,
yok mu anlayamazdınız, öylesine inceydi ve Anadolu’nun o canım güneşiyle ballanmıştı..”
Şirince şimdi de aynen böyleydi. Sadece eskiden bugüne 200 ev kalmıştı. Yeni yapılanlar ise eskiye uydurulmuştu. Yollar büyük taşlarla kaplıydı. Evlerin hepsi taş duvarlıydı. Pencere önleri, konserve kutularına konmuş sardunyalarla süslenmişti.
ISSIZ ISLAK SOKAKLAR
Köyün meydanında, büyük çınarların altında kahveler, dükkânlar, fırınlar, hediyelik eşya dükkanları yer almıştı. Yağmur yüzünden sokaklar ıssızdı. Şemsiyelerinin altına sığınmış turistler ve onları izleyen köpekler bu kış ıssızlığını biraz olsun bozuyorlardı. Turistlere bir şeyler satmaya
çalışan satıcılar da yaz aylarındaki
gibi ısrarcı değildi.
Bu dağ yamacında kurulmuş küçük köyün ilk karşılaşmamızda beni çok etkilediğini anımsıyorum. Ama en çok etkileyen şey ise bir Türk köyünde ilk kez gördüğüm Şarap Evi olmuştu. Şimdi o şarap evlerinin sayısı bir hayli artmıştı. Rengârenk şişeler içinde sunulan şaraplar artık her yerdeydi. Hatta akıllı girişimciler, “Kıyamet Şarabı”nı bile piyasaya sürmeyi ihmal etmemişlerdi. Şarabın kalitesi önemli değildi. Bir Türk köyünde, insanların bir bölümünün şaraptan para kazanmasıydı.
Ben oradayken “Kıyamet Kaçkınları” henüz sökün etmemişti. Ama orada yaşayanlar arasında bir heyecan olduğu gözden kaçmıyordu. Şirince-Selçuk arasında yolcu taşıyan minibüsün şoförü, “O kadar kişiyle nasıl baş edeceğiz?” diye korkusunu dile getiriyordu.
Hediyelik eşya satan kadınlar, kapı önlerinde harıl harıl boncuk diziyor, uğur bilezikleri hazırlıyor, kaşkollerin etrafına oya örüyorlardı. Lokantacılar stoklarını tamamlamıştı. Otlu gözlemeler için un çuvalları depoya kaldırılmıştı. Turşular, kurutulmuş biberler, çizme, kırma zeytinler, salçalar, turşular, kutularda, kavanozlarda görünür yerlere yerleştirilmişti.
Kıyamet dedikoduları da şimdiden uçuşmaya başlamıştı: “Brad Pitt, Tom Cruise da gelecekmiş. Zenginler gidilecek yerde lazım olur diye bavulla para getireceklermiş. Semra Özal şimdiden gelip, tepedeki villalardan birine yerleşmiş. Bülent Ersoy kıyametten bir gün önce gelip, son konserini verecekmiş.”
Öyle anlaşılıyordu ki, kıyamet Şirince’yi abat edecekti. Bugüne
kadar soğuk kış aylarında sinek
avlayan esnaf para kazanacak, Şirince’nin adı unutulmamak
üzere belleklere kazınacaktı.
Ben köyü terk ederken, Japon televizyonu çekimlere başlamıştı bile. Türk gazeteciler ise “Kıyamet Mönüsünün” peşinde koşturuyor, “Kıyamet Çorbasının” tarifini
almaya çalışıyorlardı.
Virajlı yoldan aşağıya inerken, “böylesine kıyamet tüm köylerin başına” dileğinde bulunmaktan kendimi alamadım.