Güncelleme Tarihi:
Pantolonun Politik Tarihi
Christine Bard
Çev.: İsmail Yerguz
Sel Yayıncılık
Tarih / İnceleme
Pantolon deyip geçmeyin
Christine Bard’ın şık kitabı ‘Pantolonun Politik Tarihi’ni sevmemde, ‘şey’lerin kültürel, sosyal ve siyasi tarihine olan düşkünlüğümden önce bir terzi çocuğu olmamın etkisi var muhakkak. Haliyle, pantolona dair refleksleri, sıradan bir insandan daha farklı olmam normal. Ama, Bard’ın ihmale gelmez tarihi incelemesini okuduğunuzda siz de pantolonun ne kadar mühim bir şey olduğunu anlayacaksınız. Bilhassa Avrupa’nın sosyal tarihi içerisinde pantolonun hiç de yadsınamayacak bir sembolik rolü var. Aslında halk kökenli bir giysi olan pantolon XVIII ve XIX. yüzyıllarda yüksek sınıflar tarafından da benimsenmeden önce, “Külotu olan güçlüdür” denirmiş. Yani, halk sınıfının simgesi olduğu kadar bir erkeklik simgesi olarak da rol sahibiydi ve dahası kadınların giymesi yasaktı. Christine Bard kitabında, kadınların pantolon giyme hakkını elde etmeleri ve bu kazanıma gösterilen direncin tarihini anlatıyor. Hatırlayacak olursanız, Türkiye’nin ilk kadın başbakanı Tansu Çiller de meclise pantolon giyerek gittiğinde büyük bir tartışma yaşanmıştı. Zira, kamu personelinin kılık kıyafetine dair yönetmelikte, kadın personelin pantolon giymesi ‘yasakken’ yapmıştı bunu! Tansu Çiller’in büyük bir devrimci olduğunu söylemiyorum elbette, ama pantolonun günümüz Türkiyesindeki siyasi serüveni açısından da önemli bir dipnot.
İşin güzel tarafı, pantolon en başından beri bir ‘isyan’ simgesiydi. Roma’ya kök söktüren Galyalılar da, Fransız İhtilâli’ndeki ‘Sankülotlar’ da giydikleri pantolonlarla tanımlanırlar. Daha sonra ‘moda’ kavramının da yardımıyla pantolon tamamen erkek ‘güzelliği’nin, süsünün bir parçası olup güzellik aristokrasisi uğruna, kadından tamamen uzaklaştırılır. Bu süre zarfında kimi kadınlar, ‘ahlaksız’ olarak anılmak pahasına pantolona sahip çıkarlar. Modanın sonrasında bilhassa askerî üniformalarda pantolonun önemli bir yer edinmesi sebebiyle, pantolon uzun zaman erkek giyimi ve güç simgesi olarak kadına yasak olsa da, karnaval etkisi ve kimi kıyafet reformlarıyla 19. yüzyıl itibariyle seyrek de olsa kadının giyimi arasında da yerini bulur ve 20. yüzyıl ortalarına kadar devam eder. Ama bu hiç de kolay olmayacaktır. Kitap, bu çetin mücadelenin tarihi aynı zamanda!
Attila İlhan’la Hayatın İçinden
Erol Manisalı
Tarihçi Kitabevi
Deneme / Portre
Çağdaş Türk şiirinin son büyük imzalarındandı Attilâ İlhan. Sadece şiirleriyle değil, daha önce ülkemiz sınırları içerisinde işlenmemiş konuları işlediği romanları, felsefe ve siyaset yazıları ve ünlü ‘hangi’ dizisiyle büyük bir satha yayılmıştır Attilâ İlhan’ın etkisi. Ankara yıllarında edebiyat dünyasına kazandırdığı isimler bugün Türk edebiyatının önemli isimleri arasındadır. Yaşarken hakkında birçok inceleme kaleme alınmış, söyleşi kitapları hazırlanmıştı. Bu durum ölümünden sonra da hız kesmeden devam etti. Attilâ İlhan hakkında yazılmış yazılar ve yayımlanmış kitaplar bibliyografyası hazırlansa, hiç de az bir sonuç çıkmayacaktır ortaya. Şairin her zaman en yakınında bulunan isimlerden birisi de Erol Manisalı’dır. Öyle ki, ortak imza attıkları kitaplar hem ustanın şiirlerine ve edebiyat dünyasına, hem de düşünce dünyasına yönelik önemli bir kılavuzdur. Attila İlhan’la 1000 Saat, Attila İlhan’la ‘Düşünceler’ ve Attila İlhan’la Siyaset Güncesi isimli kitaplarından sonra daha önce hiçbir kitapta yayımlanmamış yazılarını bir araya getiriyor Erol MAnisalı. ‘Attila İhlan’la Hayatın İçinden’ kitabında Manisalı, namı diğer ‘Kaptan’ın bütün dünyasını tanıklıklarla anlatıyor. Edebiyat, siyaset, Ankara günleri, Atatürk, İnönü, dostlar, hatıralar, politikacılar, kavgalar, tartışmalar ve ölümünden sonrası. ‘Kaptan’ın yol arkadaşından hiç bilmediğimiz seyir notları...
Savaş ve Ayrılık
Ramis Çınar
Truva Yayınları
Roman
Malûm, Balkan Savaşları’nın 100. yılı içerisindeyiz. Birbiri ardına belgeseller, romanlar ve konuya dair yayınlar çıkacak karşımıza. Bu bombardıman başlamadan, iyi bir ‘elveda Rumeli’ romanından söz etmeli, adı ‘Savaş ve Ayrılık’. Geçen yıllarda televizyonlarda yayınlanan diziyle bir alakasının olmadığını hemen belirtmeliyim. Osmanlı İmparatorluğu için tam anlamıyla sonun başlangıcı, Balkan Savaşları ile olmuştu. Çağın getirdiği düşünce sistemlerinden ‘milliyetçilik’ Osmanlı İmparatorluğu’nun temel yapısıyla tamamen ters olunca her şey tepetaklak oluvermişti. Aynı zamanda ‘halk’ için de... Asırlardır Osmanlı tebaası olan insanlar, bir sabah Bulgaristan, Yunanistan sınırı içinde olduklarını öğrenmişlerdi. Sonra göç etmek zorunda kalıp, eski vatanlarında muhacir olarak adlandırıldılar... Akrabalarının yarısı yolda hayata veda etmişti, kalanın durumu içler acısı. Savaşlar ayrılıkları doğurmuş ve onanmayacak yaralar açmıştı. Ramis Çınar, tüm bunları ve daha fazlasını kahramanı Hasan üzerinden ‘Savaş ve Ayrılık’ romanında anlatıyor. İstanbul’da medrese eğitimi aldıktan sonra memleketine dönen Hasan, bir süre sonra bir ömre sığmayacak şeye şahit olur... Balkan Savaşları, esir kampları, I. Dünya Savaşı, salgın hastalıklar, göç yolları, ölümler ve bunlar arasında yaşanmaya çalışılan, yeniden kurulmaya çalışılan hayatlar. Gerçeklerden hareket eden, iyi yazılmış bir roman.
Sıfır Tolerans
İsmail Saymaz
İletişim Yayınları
Güncel - Araştırma
Ankara’daki 29 Ekim kutlamalarında, polisin müdahale konusunda fazla affının olmadığını şaşkınlık içinde tecrübe ettik. Zira, ne harç parası, ne HES protestosu, ne de anadilde eğitim yahut başka bir konu için eylem yapıyorlardı. Ellerinde bayraklarla Cumhuriyet Bayramı’nı kutluyorlardı. Bugüne kadar ‘kontrollü görünmeyen’ güç kullanımını uzaktan izlemişlerdi. Hatırlayacak olursak, son olaylı 1 Mayıs’ta İstanbul Emniyetinin bir yıllık ‘biber gazı’ stoğunun bir günde tükendiği yönünde haberler manşete taşınmıştı. Ama işin daha fenası polis sadece eylemcilere yönelik kontrolden çıkmış bir müdahalede bulunmuyordu. Yakın zamanda internette de gördüğümüz gibi yedi polis, kendilerine yol vermeyen bir araç şoförünü ailesinin gözü önünde dövebiliyordu. Yahut, karakola şüpheli olarak gelen Afrika asıllı sapasağlam bir adamın ölüsü çıkabiliyordu. Kadınlar tecavüze uğrayabiliyor, sağlam giren sakat çıkabiliyordu sorgudan! Karakolda ayna olsa da, güvenlik kameralarının kayıtları olmuyordu ne hikmetse. Dur ihtarına uymayan gence “yere paralel” uyarı atışı yapıp, gencin ölmesine sebep olabiliyorlardı örneğin. Bu korkunç liste çok uzun... Saydıklarım ve daha fazlası, bunları ilk defa gazete sayfalarına taşıyan İsmail Saymaz’ın ‘Sıfır Tolerans’ adlı araştırma kitabında yer alıyor. Türk polisinin ‘gücü nasıl kullandığının’ dökümü, bir kitap. Karakoldaki ayna bu kez gerçeği gösteriyor.
Çin Daması
Mario Bellatin
Çev.: Pınar Savaş
Notos Kitap
Roman
Tek kelimeyle ‘müthiş’ bir kitap. Usta işi bir anlatım, etkileyici bir öykü, kusursuz bir roman ‘Çin Daması’. Ağır ol, diyenler çıkacaktır, hız kesmeden devam edeceğim. Mario Bellatin ilk kitabında da benzer duygular uyandırmıştı. İşin güzel tarafı, son yıllarda Türkçeye çevrilen çağdaş Latin Amerika edebiyatının bütün kitapları yüksek kalibrede eserler. Üstelik ‘klasik’ kitapların yarattığı etkiyi topu topu 80 sayfada yaratıyor. Yazının bütün unsurlarını, psikolojiyi, tarihsel mirasın getirdiklerini içinde barındırarak büyük eserlerin söyledikleri her şeyi eksiksiz söylüyorlar! Böyle iyi bir roman olan Çin Daması, kendini genelevlere veya adı konmamış tek gecelik ilişkilere vakfetmiş bir jinekoloğun trajik öyküsü. Gibi görünüyor(!) Çünkü, aslında düzenli olarak karısını aldatan bir adamın günah çıkararak kendisini aklamaya çalışması bunlar. Ta ki, onun da bütün bunları anlatmasına sebep olan hikâyeden bahsedene kadar. Bu hikâyeyi de muayenehanesine gelen kanser hastası bir kadının oğlu anlatıyor adama. Ondan sonrası ise daha fena! Çocuğun bu hikâyesi adamın hayatında bir kırılma noktası oluyor, kendi hayatını anlatırken, bu hikâyenin anlatıldığı ana dair anımsatmalarda da bulunuyor bize. Ve perde! İkinci bölümde sahnede asılı tüfek patlıyor, çünkü çocuğun hikâyesine evriliyor roman ve devam ediyor. Bellatin’i ve diğer çağdaş Latin Amerika yazarlarını takip edin!