Cansu ÇAMLIBEL
Oluşturulma Tarihi: Temmuz 25, 2010 00:00
Gazeteci Ayşe Karabat hayatının en çatışmalı döneminde Ankara’nın ağır havasından kaçarken dünyanın en çatışmalı bölgesine sığınmayı seçti. Altı yaşındaki kızını da yanına alıp Kudüs’e gönüllü sürgün giden Karabat, İsrail ve Filistin’in ötekileştirdikleri hikayelerini birbirlerine anlatmanın derdiyle kaleme sarıldı bir roman yazdı. Kabarbat, ‘Kudüs’ün Gönüllü Sürgünleri’ kitabını yazarken kadın-gazeteci-anne üçgenindeki tercihleriyle de hesaplaştı
Ayşe Karabat’ı altı yaşındaki kızıyla birlikte Kudüs yollarına düşüren neydi? - Ben de kitabımdaki birçok karakter gibi gönüllü sürgün olarak gittim. Yeni bir gazetenin yeni diplomasi muhabiri olarak Ankara’nın ortamından çok daralmıştım. Soluk almak, yeni insanlar, yeni bir kültür tanımak için gittim. Aslında Kudüs gibi şehirlerde yaşamayı seçen bütün çatışma muhabirleri biraz gönlü kırık insanlar oluyor. O kadar çok ölüm ve umutsuzluk görüyorsun ki her gün, meseleye hep kalbinle bakarsan çok mutsuz oluyorsun. Kudüs’teki gazeteciler arasında dayanamayıp dönenler ya da alkolik olanlar çok oldu. Ben bu tür bir döngüden uzak kalabildiysem Hazal sayesinde. Çocuk insana yaşama gücü veriyor.
Oradaki çatışmalı ortam Hazal’ın psikolojisini nasıl etkiledi sizce?
- Kudüs’ün Hazal’a kattıklarından çok memnunum. Hazal’ın orada yaşadıkları sonrasında çok gelişmiş bir adalet duygusu oluştu. Farklı kültürlere açık olmak, kimsenin hakkını yememek ve kendi hakkını kimseye yedirmeme. Bunların hepsini Kudüs’te kazandı. Mesela, koşer dışında bir
yemek ikram ederiz diye okuldaki yakın arkadaşlarından biri annesi tarafından evimize gönderilmediğinde, bu kırgınlıkla baş etmeyi ama öfke duymamayı çok küçük yaşta öğrendi.
HAZAL BEYRUT’TA OKUYACAK
Hazal şimdi genç bir kız. İlkokul çağında yaşadığı Ortadoğu deneyimi bugüne bakışına nasıl yansıyor?
- Toplam dört yıl yaşadık Kudüs’te. Döndüğümüzde Hazal sadece 10 yaşındaydı ama orada kazandığı alışkanlıklar geleceğe bakışını bire bir etkiledi. Şimdi okumak için Beyrut’a gitmeye hazırlanıyor, hem de tek başına. Ben Türkiye’de kalıyorum. Eylül ayında Beyrut’taki Fransız Lisesi’ne başlıyor. Ardından da yine Beyrut’taki Amerikan Üniversitesi’nde fotoğrafçılık okumak istiyor. Bu arada da “Ne olacağımı bilmiyorum ama gazeteci olmayacağım kesin” diyor. Kızım böyle konuşuyor ama kalemi benden daha kuvvetli, bana yine de gazeteciliği seçecek gibi geliyor.
Kitabınızda Kudüs yıllarında bir gazeteci olarak bazı hatalar yaptığınıza dair özeleştirinin izleri var. Geriye dönüp baktığınızda vicdanınızı sıkan en sorunlu haberiniz hangisiydi? -
Haber anlamında en büyük hatam, El Halil’deki Türk gözlemcilere yapılan saldırı konusunda yaptığım
son dakika yayındır. Olaydan hemen sonra çalıştığım televizyona bağlandığımda “Bunu kim yapmış olabilir?” sorusuna fazla da sorgulamadan “İsrailli yerleşimcilerin yapmış olma ihtimali yüksek. Hem çok radikaller hem de zaten gözlemci istemiyorlar” demiştim. Sonra ortaya çıktı ki bu saldırıyı İslami Cihad düzenlemiş. İşte bu tür hatalar yapılabiliyor. Oradan haber geçmek müthiş uyanıklık, tetikte olmayı ve önyargıyla hareket etmemeyi gerektiriyor.
YANAN KUŞLAR BAHÇEYE DÜŞTÜ
Kitabın ana duygusu Kudüs’te yaşanan parçalanmış hayatlar, kırılgan ruh halleri üzerine. Sizin de olarak büyük kırılmalar yaşadığınız hissediliyor. En derin kırılmayı hangi olayda yaşadınız? - 2002 yılıydı. Hazal’ın evi okula çok yakındı, yürüyerek götürüp getiriyordum. “Ben kendim giderim” diye tutturdu. Ben de “O zaman biraz deneme yapalım sen önden yürü ben de arkandan geleyim, bakalım karşıdan karşıya nasıl geçiyorsun” dedim. O gün ikinci denememizdi. Okula doğru son köşeyi dönünce bir an gözden kaybettim. O sırada iki tane asker koşmaya başladı, biri bana çarptı hatta. Meğer okula doğru koşuyorlarmış, bir intihar bombacısı tespit edilmiş. Ama onlar yakalayana kadar bombacı kendini okulun önünde patlatmış. O sesi duyduğum an korkunç bir andı. “Acaba birazdan Hazal’ı nasıl bir durumda göreceğim” diye düşündüm.
Nasıl? - Meğer, köşeyi döndükten sonra hızla koşarak okul binasının içine girmiş. Bombacı dışarıda kendini patlattığında içerideymiş ve o anı görmemiş. Sadece şunu söyledi bana: “Umarım koştum diye bana kızmamışsındır. Sonra bir patlama oldu, kuşlar yandı, parçaları düştü okulun bahçesine.” Aslında o parçalar bombacının bedenin parçalarıydı. Ben de kızım bunun farkına varmadı diye rahatlamıştım. Meğer her şeyin farkındaymış Hazal. En yakın arkadaşıma “Sana bir sır vereceğim” diye anlatmış. Beni üzmemek için kuşlar yandı demeyi tercih etmiş. Kızım küçücük yaşından beri benim onu kolladığımdan daha fazla kolladı beni hep. İşte o patlamanın olduğu gün Hazal’ı alıp hemen dönmeyi düşündüm. Ama hemen olmadı bu tabii.
İKİ HALK BİRBİRİNDEN BİHABER
Herkes Kudüs’ü kendine göre başka yorumlar ve tanımlar. Sizin Kudüs’ünüz fettan bir kadın. Neden kadın?
- ‘Kudüs’ün Gönüllü Sürgünleri’ kadın bakış açısıyla yazılmış bir kitap. Kudüs’ün de kadın bir şehir olduğunu düşünüyorum. Fettan bir kadın. Kudüs’e sahip olacağım, yalnızca benim olacak diye tutturmazsan çok huzurlu bir şehir olabilir yaşamak için. İbranicedeki adı Yeruşalem yani barış şehri. Kudüs üzerindeki hırslar aslında maço ideolojinin yansıması. Çatışmanın iki tarafının da erkekleri çok sert. Barış gönüllülerinin çoğu ise kadın.
Türkiye Ortadoğu sorunuyla hep yakından ilgili oldu. Ancak son iki yılda Gazze’de yaşananlar Filistin’le ilgili hassasiyeti daha da arttırdı. Türkiye kamuoyunun bölgeye bakışını nasıl buluyorsunuz? - Kitabı yazma amaçlarımdan biri tam da bu. Türkiye’den bakarken o coğrafya hakkında aslında ne kadar az bilgiye sahip olduğumuz gerçeğinden yola çıktım. Türkler olarak yıllardır bir Filistin davamız var ama ne İsraillilerin ne de Filistinlilerin gerçek duygularını bilmiyoruz. Kaçımız Filistin Kurtuluş Örgütü ile Hamas arasındaki farkı biliyoruz, emin değilim. Mesela Türkiye’de şunun bilinmesini çok önemserim; İsrail’de insan hakları mücadelesi veren bir hahamlar örgütü var, tamamen asker bir devlet olmasına rağmen halk arasında ciddi bir vicdani ret hareketi var. Biz Türkiye’de bunları bilmiyoruz. Bunları bilmek, öğrenmek bizi tuzağına düştüğümüz ırkçılıktan kurtarabilir. Kitabım her iki tarafın da hikayesini anlatma çabasının ürünü ama bu acıları eşitlemeye çalışmak değil kesinlikle çünkü hikayeler farklı.
CESETLERİNİ BİLE TOPLAMIYORLAR
İki halkı da yakından tanıdınız içlerinde yaşarken. Küçücük bir coğrafyada onca iç içe geçmiş sınırla yaşayan İsrailliler ve Filistinliler ne kadar yakın birbirine? - Beni en çok hayrete düşüren şeylerden biri iki halkın bu kadar iç içe yaşayıp bu kadar birbirinden bihaber yaşaması olmuştur hep. Ben bir yabancı olarak İsrail topraklarından yarım saatte Gazze ya da Batı Şeria’ya geçebiliyorum ama İsrail kendi vatandaşına izin vermiyordu. Bu birbirinin psikolojisini hiç bilmeme durumunun en çarpıcı örneklerinden biri Hazal’ın ilkokul öğretmeninden gelmişti. Sınıftaki 12 farklı milleten çocuğa şefkat, tolerans gösteren o muhteşem kadının Koruyucu Kalkan Operasyonu sırasında Filistinliler hakkında söylediklerine şok olmuştum, “Filistinliler bile bile çocuklarını öldürtüyor, cesetlerini bile sokaklardan toplamıyor” demişti.
Sözler kurşunlara dönüşebiliyor değil mi Ortadoğu’da? - Bu roman biraz da şuna itiraz: Ortadoğu meselesini konuşurken kelimelerin pespayeleştirilmesine... Çünkü bunu hep yapıyoruz. İntihar saldırısının adı şehitlik eylemi, sivillerin öldürüldüğü saldırıların adı hedef gözeten operasyon, işgal altındaki toprakların adı ihtilaflı sınırlar, İsrail’in kolonisi yerine yerleşim birimi deniyor. Yeni kelimelerle yeni politikalar üretiliyor.
FETTAN KADIN KUDÜS’ÜN BAŞROLDE OLDUĞU BİR HİKAYE Radikal ve Today’s Zaman’da Ortadoğu ağırlıklı dış politika yazılarıyla tanıdığımız gazeteci Ayşe Karabat’ın yeni çıkan romanının baş kahramanı NTV Ortadoğu muhabiri olarak 2000-2004 yılları arasında yaşadığı Kudüs. Ortadoğu ihtilafının sokaktaki tarafları üzerine kurguladığı ‘Kudüs’ün Gönüllü Sürgünleri’ kitabı güçlü otobiyografik unsurlar taşıyor. O yıllarda bakkala bile kurşun yağmuru altında gittiğini düşünenlere savaşa rağmen hayatların nasıl da her boyutuyla devam ettiğini anlatmak isteyen Karabat, en sert politik meseleleri bile duygular üzerinden sorgulayan bir üslupla yakalıyor okuyucuyu.
Arafat, Şaron, İsrail ordusu, Hamas, intihar saldırganları, barış gönüllüleri, Şeyh Yasin de kitabın kahramanları arasında. Ancak asıl kahramanlar Barood (Barut) Bar’ın müdavimleri; İstanbul’da yaşayan Iraklı Doktor Saad’a aşık üçüncü kuşak Filistin mültecisi Nadya, sağduyunun sesi Danimarkalı Frank, sırlarla dolu İngiliz Steve, bekar anne Saadet ve etrafındakileri anlamaya çalışan küçük kız çocuğu Hazal. Bir tek Karabat’ın kızı Hazal’ın adı yine Hazal olarak yer alıyor kitapta. Kudüs ise başrolü kimselere kaptırmıyor. Onu gören pek çok kimsenin düştüğü aşkı kendisi de derinden yaşayan Karabat, “Kıskanç bir aşık değilim. Onu hepinize sevdirmeye hazırım” diyor. Ama uyarmayı da ihmal etmiyor; “Ona sahip olmaya çalışırsanız yanarsınız.”
HAZAL’IN ŞİMON PERES İLE ONE MINUTE’I 1997 yılındaki Işıklar Bayramı resepsiyonu her zamanki gibi İsrail’deki yabancı diplomatlar ve gazetecileri bir araya toplamıştı. O dönem Dışişleri Bakanı olan Şimon Peres küçük olduğu için selamlaşma sırasında Hazal’a ilgi gösterdi. Hazal da Peres’e barış için kendi önerisini anlattı:“Filistin tarafı çok bakımsız. Eğer Filistinliler İsrailli kılığına girip öbür tarafa geçerse sokakları nasıl temiz tutacaklarını, evlerini nasıl boyayacaklarını öğrenirler. Böylece geri döndüklerinde Filistin’de barış olur.”
MAVİ MARMARA’DAN SONRA ARAYA KAN GİRDİ Türkiye’nin İsrail-Filistin ihtilafında kolaylaştırıcı ya da arabulucu konumu için üç avantajı var. Birincisi; Yahudi soykırımına hiç bulaşmamış bir ülke, dolayısıyla Avrupa gibi ezilmiyor bu konuda. İkincisi; iç siyasette Yahudi lobisi gibi bir sorunu yok. Üçüncüsü de Arap ülkeleriyle hiç savaşmamış. Ancak Mavi Marmara baskınından sonra bu avantajlardan bahsetmek mümkün değil çünkü artık araya kan girdi. Türkiye için eskisi gibi bir rol artık zor, en azından Netenyahu hükümeti değişmeden mümkün değil.