Kış ayazında, edebiyatçıların izinde Dublin

Güncelleme Tarihi:

Kış ayazında, edebiyatçıların izinde Dublin
Oluşturulma Tarihi: Şubat 21, 2011 00:00

İrlanda’nın başkenti Dublin’de, ıslak ve soğuk birkaç günde bir sorunun yanıtını araştırıp durdum: Dünyanın en önemli yazarları neden hep bu kentte doğmuştu. Bu kentin sırrı neydi? Yan yana dizilmiş publar mı, kentin üstünü kaplayan gri bulutlar mı yoksa geçmişteki acımasız yoksulluk mu bu ünlü yazarlara ilham kaynağı olmuştu...

Haberin Devamı

Kışın ortasında, Dublin’e doğru uçuyordum. Rahatsız bir uçuştu. Uçak şirketi, sıralar arasındaki mesafeyi iyice daraltmıştı. İki koltuk arasına sıkışan ayaklarımı nereye uzatacağımı bilemiyordum. Hostesin atar gibi verdiği yemekler de yenecek cinsten değildi. Allahtan yan koltuğumda sevdiğim bir arkadaşım oturuyordu. Onun hoş sohbeti sayesinde koltuk işkencesine katlanabiliyordum. Arkadaşım, İrlanda’nın en ünlü viskisi hakkındaki engin bilgisinden bir iki damla da bana sunuyordu: “Fransızlar bu viskiyi o kadar çok severler ki, onun için İngilizce’yi hafifçe çarpıtarak onu, Tout l’amour (Tu lamur yani bütün aşk) diye adlandırır...” Bu bilgiye sevindim. Çünkü kafamda yanıtını aradığım bir soru vardı: Neden tüm ünlü yazarlar Dublinli’ydi?.. Demek ki yanıtı, lezzetli bir viski eşliğinde arayacaktım.
O kadar niyetlenmeme rağmen bir türlü Dublin’e gidememiştim. Kenti düşlemek için elimde pek fazla ipucu yoktu. Renginin gri olduğunu, gökyüzünde inatçı bulutların dolaştığı, bu nedenle yağmurunun hiç eksik olmadığını biliyordum. Okuduğum kitaplar Dublin’in geçmişini anlattığı için, gözümün önünde bugünün fotoğrafını canlandırmakta zorlanıyordum. Örneğin Heinrich Böll, “İrlanda Güncesi” adlı kitabında kentle karşılaşmasını şöyle anlatmıştı:
“Sabah güneşi beyaz badanalı evleri ağır ağır pusun içinden çekip aldı, bir deniz feneri gemiye karşı kırmızı-beyaz parladı, gemi ağır ağır soluyarak Dun Laoghaure Limanı’na girdi. Martılar gemiyi selamladılar. Dublin’in kurşuni silueti bir görünüp bir kayboldu. Kiliseler, anıtlar, doklar, bir gazometre, birkaç bacadan titrek bayraklar gibi yükselen duman...”
James Joyce’un “Dublinliler”deki kahramanı Chandler de hikayede, sokakların donuk zarafetsizliğinden yakınıp duruyordu. Başarıya ulaşmak için bu kentten gitmek gerektiğini söylüyordu kendi kendine. “Dublin’de hiçbir şey yapamazsın” diyordu. Nehrin aşağısındaki bodur zavallı evlere acıyordu. Aklında fikrinde hep Londra vardı...

Haberin Devamı

KRALİÇE ÖLDÜ, KAPILAR RENGARENK BOYANDI

Anlaşılan James Joyce’un Dublin’i epey can sıkıcıydı. Ben de başka bir yazarın, Maeve Binchy’nin önerilerine kulak kabarttım. Onun, “Yalnız Kadınlar Sokağı” adlı romanından bir paragrafı defterime not ettim:
“Valizlerini bıraktıktan sonra Grafton Caddesi’ndeki kahvede kahvaltı et. Böylece Liffey Irmağı üzerindeki O’Connel Köprüsü’nün üzerinden, Trinity Kolej’in önünden geçip, çeşitli kitapçılarla hediyelik eşya satan yerleri görebilirsin. Kahvaltıdan sonra St. Stephen Parkı’na gitmelisin...”
Uçak beyaz köpüklü dalgaların dövdüğü İrlanda sahillerine doğru alçalırken, alnımı cama yapıştırmış ilk ipuçlarını yakalamaya çalışıyordum. Gökyüzünden gördüklerimle kitaplarda okuduklarım birbiriyle örtüşmüyordu. İrlanda dilindeki adı Dubh Linn (Kara Havuz) veya Baile Atha Cliath (Çitli Irmak Geçidindeki Kurt) olan Dublin’de, üç gün boyunca sokak sokak dolaştım. Her köşe bucakta, yazının başlangıcındaki sorunun yanıtını aradım: Neden bütün ünlü yazın adamları Dublin’den çıkmıştı? Aramakla yetinmedim. Sordum soruşturdum. Bu sorunun peşinde koşarken de kenti yakından tanıdım.
Birinci saptamam şu oldu: Dublin ne Heinrich Böll’ün ne de James Joyce’un tarif ettiği şehre benziyordu. Wicklow Dağları’ndan kopup gelen ve kenti ikiye bölüp denize ulaşan Liffey Irmağı’nın kıyısındaki can sıkıcı kara badanalı evler yerlerini rengarenk, sevimli binalara terk etmişti. Geniş caddelerin iki yanına büyük mağazalar, alış veriş merkezleri sıralanmıştı. Duvarlar rengarenk reklam afişleriyle süslenmişti.
Ara sokakları gezerken dikkatimi evlerin kapıları çekti. Çoğu kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, maviye boyanmıştı. Bunun nedenini de yaşamının büyük bir bölümünü burada geçiren, “North Shield” publarının sahibi Teoman Hünalp anlattı: Kraliçe Viktorya 1902 yılında ölünce, üzerinde güneşin batmadığı imparatorluğun merkezi Londra’dan, dünyanın dört bir yanına haber salınıp, yas nedeniyle bütün evlerin kapılarının siyaha boyanması istenmişti. Bu emre bir tek “yaramaz çocuk” İrlanda karşı çıkmıştı. “Biz İngiltere’nin kraliçesi için yas tutmayız” diyerek inadına tüm kapıları rengarenk boyamışlardı...

YANITSIZ SORU

Haberin Devamı

Gündüzleri St. Stephen’s Green parkında dolaşıyor, kestane ağaçlarının gölgesinde dinlendikten sonra, Liffey Nehri’ne doğru uzanan Grafton Caddesi’ne gidip, şık mağazaların vitrinlerini seyrederek, Trinity Kolej’e doğru yürüyordum. Bu gezilerimde zihnim malum soruyla meşguldü...
Çağdaş edebiyatın en önemli yazarı James Joyce, düz yazı ve şiir ustası Oscar Wilde, tüm yaşamını edebiyata ve şiire adayan Yeats, Drakula’yı yaratan Bram Stoker, şair, yazar, besteci ve kahraman Thomas Moore, Godot’nun yaratıcısı Samuel Beckett, isyankar yazar Brendan Behan, Nobelli aforizma ustası Bernard Shaw, tüm dünyayı Güliver’in peşine takan Jonathan Swift, kitapları Türkiye’de de kapış kapış satılan Maeve Binchy ve Glenn Meade, adını unuttuğum veya bilmediğim diğerleri... Hepsi Dublinli’ydi. Bu kentin bir sırrı olmalıydı ve ben bu sırrın peşine düşmüştüm.
Kenti gezerken kendi kendimi hep soru yağmuruna tutuyordum: Çağdaş dünya edebiyatının en önemli yazarı James Joyce, romanlarını yazarken benim duyduğum çan seslerini duymuş muydu acaba? Çünkü bu kilise, tam 300 yıldan beri çanlarını çalıp duruyordu. Veya yazmaktan bunalıp St. Stephan Parkı’nda, at kestanelerinin gölgesinde, benim oturduğum banka oturup geleni geçeni seyretmiş miydi? Güzel söz avcısı Oscar Wilde, Dublin Üniversitesi’ne benim girdiğim kapıdan mı giriyordu? İrlanda’nın kaderini değiştirebilecek bir ulusal birlik yaratabilmek için kendini edebiyata ve tiyatroya adayan Yeats, Abbey Tiyatrosu’ndaki oyunu yönetmeye gelirken, köşedeki bara uğrayıp, benim gibi simsiyah Guinness birasından yuvarlıyor muydu?

Haberin Devamı

ONLARIN İZİNDE

Drakula ile bütün dünyanın uykusunu kaçıran Bram Stoker, Transilvanyalı vampiri Dublin Şatosu’nun karanlık koridorlarında mı kurgulamıştı? Bahçesinde oturduğum Trinity Kolej’in sırrı neydi ki, öğrencilerinin bir çoğunu bütün dünya tanıyordu. Örneğin İrlandalı milliyetçilerin gözünde bir kahraman olan şair,yazar, besteci Thomas Moore, benim oturduğum okul bahçesinde gezinirken, bir gün Byron’ın el yazmalarını yakmak zorunda kalacağını biliyor muydu? Trinity Kolej’in bir başka ünlü öğrencisi de Samuel Beckett’ti. Liffey Irmağı kıyısındaki yolda yürürken hep Beckett’ı düşündüm. Çünkü o da Fransızca dersi vermek için Trinity Kolej’e aynı yoldan geliyordu ve belki de “Godot’yu Beklerken”i bu yolda kurgulamıştı.
Sekiz yaşında içki içmeye başlayan, İRA’nın kuryeliğini yapan, öldürmeye teşebbüsten 14 yıl hapis yatan isyankar yazar Brendan Behan, İveagh Parkı’ndaki bankların üstünde az mı sabahlamıştı. Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Bernard Shaw da bu kentin sokaklarından çıkmıştı. O’connel caddesinde bir aşağı bir yukarı yürürken, Shaw’ın düşündüren cümlelerinden bir kaçını anımsamaya çalıştım.
Sorumun yanıtını hiçbir yerde bulamadım. Bunun üzerine başka bir soru daha sordum: “Dublin olmasaydı, edebiyat dünyasının bugünkü çehresi nasıl olurdu?..” Sorularıma yanıt ararken kenti sokak sokak gezdim. Ve “Benim Kentlerim” listesinin baş köşelerinden birine yerleştirdim.

Haberin Devamı

İRLANDALILARIN OTURMA ODASI

Dublin’de bir de pubların çokluğuna şaşırdım. Neredeyse her köşe başında bir pub vardı. Bir zamanlar kentteki binaların üçte birinin pub olduğunu öne sürenler bile vardı. Dublinliler içki içmeyi çok seviyordu. Hatta günün erken saatlerinden başlayıp, gecenin geç saatlerine kadar pub’lar dolup taşıyordu. Bu yüzden de sabahları ayılmakta epey zorluk çekiyorlardı. Böll, Dublinli’lerin bu özelliğini şöyle anlatıyordu: “Sabahın erken saatlerinde kime sorarsam sorayım, ne sorarsam sorayım, tek hecelik bir yanıt alıyordum: Sorry... Sabahları saat yediyle on arasının, İrlandalıların tek hecelik konuşmaları yeğledikleri saatler olduğunu bilmiyordum...”
Oldum olası İrlanda pub’larının hayranıydım. Dünyanın neresine gidersem gideyim, mutlaka bir İrlanda pub’ı bulur, tezgahına yaslanıp, siyah bira eşliğinde günün yorgunluğunu temizlemeye çalışırdım. Gördüm ki, publar geçmişte olduğu gibi bugün de ülkenin vazgeçilmez sığınağıydı. Okuduklarıma göre eski dönemlerde pub’larda tek başına içenler için deri perdeli küçük bölmeler vardı. İçki içen kişi, viskisiyle ve acısıyla, inancıyla ve inançsızlığıyla baş başa kalabilmek için kendini buraya kapatırdı. Viskinin acı ve rahatlatıcı tadına sığınır, sorunlarına çözüm arardı.
Tahmin edileceği gibi, Dublin’de kaldığım sürede gecelerimin çoğunu, Temple ve Merrion Row sokaklarındaki pub’larda geçirdim. Kırmızı yüzlü kalabalıklara omuz verip, anlamadığım sohbetlerine kulak kabarttım. En çok Merrion Row’daki O’Donaghue’s adlı pub’ta, bir yandan kalabalıkları yarıp dayanacak bir köşe bulmaya çalıştım, bir yandan da müşterilerin oluşturduğu orkestranın, bardak seslerine karışan ezgilerini dinlemeye çalıştım. Bu bara amatör müzisyenler çalgılarını alıp geliyor, pencere kenarındaki yuvarlak bir masaya oturuyordu. Tek başına veya ikili üçlü gruplar halinde İrlanda ezgileri çalan bu müzisyenler, müşterilerin ısmarladığı içkilerle yetiniyordu. Ben de o masaya, bir kaç kadeh içki gönderdim.

Haberin Devamı

VİSKİYİ KİM BULDU

Viskiyi önce İskoçlar mı, yoksa İrlandalılar mı damıtmıştı? Bu soru, iki ülke arasında bitmez tükenmez bir tartışmaya neden oldu. Doğal olarak her iki ülke de, viskiyi ilk damıtma şerefini kendisine mal ediyordu. Ama dünyanın ruhsatlı en eski damıtım evinin Kuzey İrlanda’da, 1608 yılında yapılan Old Bushmills olması, ibreyi İrlanda’ya çeviriyordu.
Dublin’de kaldığım süre içinde ve günün çeşitli saatlerinde, İrlanda’nın ünlü viskisi Tullamore Dew’ün tadına baktım. Tat açıklamasına geçmeden önce, İrlanda’da bizim gibi “vakti kerahat” yani “içki zamanı” diye bir kavram olmadığını belirtmemde yarar var. İrlandalılar için günün her saatinde içki içilebiliyordu. “Şişenin dibini” bulmadan da kimse evine gitmiyordu. Onun için Heinrich Böll’ün dediği gibi, İrlandalılar sabah saat 07.00 ile 10.00 arasında tüm soruları tek kelime ile, “sorry” diyerek yanıtlıyorlardı. Böylesine içki sever bir milletti.
Viskide is kokusunu ve is tadını sevmeyenler için, İrlanda viskileri daha çekici olabilirdi. İrlandalılar arpayı turba ateşi yerine, fırınlarda, kömür ateşiyle kurutuyordu. Onun için is kokusu olmuyordu. İrlandalılar tahıl viskisi yapımında, İskoçyalı’lardan farklı olarak çavdar ve yulaf da kullanıyordu. Ayrıca viski üç kere damıtılıyordu. İrlandalılar bu ekstra damıtmanın, viskinin tadını daha da güzelleştirdiğini öne sürmelerine karşılık, İskoçlar İrlandalıların iki kere damıtmakla adam gibi viski yapamadıklarını, onun için üçüncü damıtmaya gerek duyduklarını söylüyordu.
İrlandalılar viskiyi genellikle sek veya bir buzla içiyordu. Viskiye su koymak, publarda oldukça hassas bir konuydu. Bir İrlanda atasözü bu işin ciddiyetini şöyle açıklıyordu: “Bir erkeği çıldırtmak istemiyorsan, karısına sarkıntılık etme ve viskisine sakın su koyma...”

SİYAH RENKLİ SULU EKMEK

İrlandalılar viskilerinin yanında, siyah bira içmeyi çok seviyordu. Viskinin midede başlattığı yangını, kararında soğutulmuş birayla söndürmeye çalışıyorlardı.
Dublin gezginlerinin ziyaret ettiği mekanların başında, Guinness biralarının fabrikası bulunuyordu. Karamelize oluncaya kadar kavrulan arpadan damıtıldığı için siyah renkli olan biranın ilk yapım tarihi, 1759 yılına kadar dayanıyordu. Zaman içinde İrlanda’nın ulusal birası olarak kabul edilen Guinness, ülkenin en önemli ihraç ürünlerinin başındaydı.
Kentin büyük bölümünü kaplayan damıtımevi, uzun yıllar halka önemli ekmek kapısı olmuştu. Binalardan biri müzeye dönüştürülmüş, burada biranın tarihçesi sergilenmeye başlamıştı. Alt katları gezdikten sonra terasa çıktım. Burada tüm kenti gören panoramik bir bar vardı. Barmenden üstü köpüklü bir Guinness istedim. Onu yavaş yavaş yudumlayarak Dublin’i seyrettim. Kentin kuşbakışı daha güzel göründüğüne karar verdim.
Bu arada Guinesse Rekorlar Kitabı’nın öyküsünü de bu gezim sırasında öğrendim. Bütün dünyadaki tüm garip rekorların yer aldığı bu kitap, ilk önceleri publarda çıkan kavgaların önüne geçmek için yayınlanmaya başlamıştı. Publarda içkiye inat karışınca, ortam tatsızlaşmaya başlıyordu. Herkes kendi doğrusunda ısrarcı olunca da bardaklar, şişeler havalarda uçuşuyordu. Bunun üzerine Guinness firması, içinde publarda en çok tartışılan konuların doğru yanıtlarının bulunduğu bir kitapçık yayınlamaya karar verdi. Bu kitabın gerçekten de faydası oldu. Sarhoşların başvuru kaynağı bir süre sonra, tüm dünya rekorlarının yer aldığı ünlü bir kitaba dönüşüverdi.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!