Güncelleme Tarihi:
Yazı yazmaya çalışıyorum ama ne mümkün. Başbakan, AKP’nin Meclis Grubu’nda konuşuyor. Konuşmuyor, bağırıyor. Bağırmıyor, çığırıyor.
Televizyon hemen ötemde açık, aklım devamlı oraya gidiyor. Sinirleniyorum, duymamaya, dikkat etmemeye çalışıyorum. Arkadaşlar benim takıntımı bildikleri için sataşıyorlar bana:
- Serdar, seninki bağırıyor yine...
Recep T. Bey’e haksızlık etmek istemiyorum. Ama söylediklerini dinlemem mümkün değil, kapalı mekanda karpuz satar gibi bağırmasına takmışım bir kere. Ne dese, bir kulağımdan giriyor, bir kulağımdan çıkıyor söyledikleri.
- Yahu birisi çıkıp “Sayın Başbakanım, böyle bağırınca sizi dinlemek çok zor oluyor, daha etkili oluyor zannediyorsunuz, ama konuşmanız etkisini kaybediyor. Burası Meclis, kapalı bir alan, köy kahvesinde ya da kasaba meydanında seçim nutku atar gibi bağırmak zahmetinde bulunmayın!” demiyor. Demezler, yalakalığın bir numaralı kuralı, hoşa gitmeyecek şeyi söylemeyeceksin.
*
Bir yandan, kıraate ancak hak kazandığım pazartesi gazetelerinde, “tek başına hükümet” partisinin nasıl aslında parça parça olduğunu hayretle okuyorum.
Mesela aynı gün Maliye Bakanı ile Başbakan aynı konuda konuşuyor:
Maliye Bakanı Unakıtan, “Halk, en geç bir yıl içinde feraha (refaha demek istiyor) kavuşacak” diyor.
Başbakan Erdoğan da Maliye Bakanı ile aynı (!) dili konuşuyor, tam da aynı gün: “Biz (iktidara) kuru sıkı atarak gelmedik... Bir yıl bir şey beklemeyin, üç yıl sonra cebiniz rahatlar.”
Kuru sıkı atmak için gelmediğiniz belli!
Bir yandan acemi başbakanın, acemi bakanların, acemi milletvekillerinin “kırdığı potları” okuyorum, bir yandan da kulağım (ister istemez) işportacı gibi bağıran başbakanda.
Aklıma Deniz’in babası (Rasim Bey kusura bakmayın, kesinlikle ikinci plandasınız artık) e-dostumun bir anısı geliyor:
*
Kadıköy-Altıyol’da, Moda tarafına doğru yürüyoruz bir arkadaşımla, yıllarca önce. (Rasim Duran anlatıyor.) O zamanlar daha bir sakindi o yol, arabalar ve insanlar paylaşabiliyordu.
Kaldırımda bir adam yere tezgah açmış, çay bardağı satıyor. “Batan geminin malları bunlar, kırılmaz, eğrilmez, bükülmez, dökülmez, sudan ucuz!..”
Yaklaşıp bir göz attık, sıradan bardaklar, bir özelliği yok. Sorduk:
- Gerçekten kırılmaz bardak mı bunlar?
Adam eline bir bardak aldı hemen, kenarından tuttu, “Bak abicim, şimdi bu bardağı yere vuruyorum ve kırılmadığını gözc’azınla görüyorsun a’nadın mı!” diyerek yere vurdu bardağı.
Bardak tuzla buz!
Adam bozuldu ya, bizimki de muzurluk işte, üstüne gidiyoruz garibin:
- Hani kırılmazdı? Yedin bizi yani...
Adam sinirlendi:
- Kırılan bardak herhalde araya kazayla karışmış, çatlak filandı herhalde.
İkinci bir bardak aldı tezgahtan, “O kırıldı ama bu kırılmaz!...”
Bardak tuzla buz!
Mosmor oldu adam, üçüncü bir bardak daha kaptı hiddetle, biz “Dur, tamam, boşver!” diyene kadar, onu da vurdu yere, sonuç aynı:
Bardak tuzla buz!
Biz pişman olduk adama takıldığımıza, sıkıldık, hemen kaçtık oradan ki başkasını kırmasın...
O hâlâ arkadan bağırıyor “Bak, bu kırılmaz!.. Bu da kırıldı ama bak abicim bu kırılmayacak göreceksin...”
Hızlı hızlı uzaklaştık, görmemek için, duymamak için...
Adam hâlâ bağırıyor arkadan, artık krize girmiş...
*
Aradan epey bir zaman geçti, aynı yoldan geçeceğimiz tuttu arkadaşımla. Baktık aynı işportacı, yine “kırılmaz” çay bardaklarını satıyor tezgahında.
“Kırılmaz bunlar, gel bağyan geeeel!”
Eğilip tezgahtan bir bardak alıyor, kolunu şöyle bir havada çevirip yere vuruyor ve ... bardak zıplıyor ama hakikaten kırılmıyor bu sefer.
Biz adamın yerine sevindik tabii, “Vaaay, bunlar başka bir batan gemiden galiba!”
“Yok be abicim” dedi bizim tezgahtar “Bardaklar aynı! O zaman ben daha yeniydim bu işte, işin acemisiydim, bardağı nasıl tutacağımı, tuttuktan sonra yere nasıl vuracağımı bilmiyordum. Kıra kıra öğrendim alimallah, bak şimdi bir tane bile kırılmıyor...”
“Hadi, vatandaş, kırılmaz bunlar, gel, gel, gel! Bak, kırılırsa para yok!”
*
Kıra kıra öğrenmek bizim kültürümüzde var demek ki!