Siz bakmayın 70 yaşında olduğuna. Nüfus cüzdanı yaşı o! Hálá her gün herkesten evvel gazeteye gelir. Gözleri fıldır fıldır, bir iş çıksın da yapsın diye heyecanla bekler. Yukarıda gördüğünüz patlangaç boşuna değil yani, 53 yıllık bir aşk bu gerçekten. Geçen hafta karşılığında bir plaket verdiler. Ne Babıáli'nin onu bırakmaya niyeti var, ne de onun Babıáli’yi. İyi ki Azize Bergin var!
Geçen salı Gazeteciler Cemiyeti'nden bir ödül aldınız. Hangi münasebetle?
- ‘‘Madem mesleğe 50 yıldır hizmet ediyorsun ve etmeye devam ediyorsun, biz de seni ödüllendiriyoruz’’ dediler. Valla, iyi ettiler.
Neler hissettiniz?
- 53 yıl oldu aslında ben gazeteciliğe başlayalı, kim takar beni derken, baktım bu yıl hatırlamışlar. Yoktu yani 50 yıllıkların arasına alınma ümidim. Tören de hoştu. 10 kişiydik. 7'si erkek, 3'ü kadın. Ama diğer kadınlar arasında benim gibi fiilen her gün gazeteye gidip gelen yok.
Neden bu işe bu kadar tutkunsunuz?
- Çocukluğumdan beri yazmayı seviyorum. Kemancı olma hayallerimi bir kenara bıraktıktan sonra, geriye bana yazı yazmak kaldı. Yazı yazmak ve gazetecilik benim hayatım. 70 yaşındayım, 17.5 yaşından beri de bu mesleğin içindeyim. Daha ne olsun?
Akranlarınızdan kimler kaldı?
- Dur bir düşüneyim: İlhan Selçuk, Suat Yalaz, Oğuz Aral... Başka? Fazla yok. Tabii, muhabir filan kalmadı. Ben artık arkadaşlarımın çocuklarıyla çalışıyorum.
Kimlerle mesela?
- Murat Çelikkan'la çalıştık. Annesi Esin Talu, benim hayran olduğum bir gazeteciydi. Sonra Mehmet Ali Kayabal'ın kızı Aslı'yla da bir müddet çalıştık. İhsan Göğüş'ün kızı Zeynep'i tanımak da çok hoşuma gitti. Ama tabii beraber çalışmıyorduk, biliyorsun o üst düzey politika filan yazıyor. Benim gibi muftak elemanı değil ama aynı havayı koklamak hoşuma gitti.
BALENLİ SUTYEN KULLANIYORUM! Medyada bir yaştan sonra kadınları tutmuyorlar, siz nasıl bir ‘‘fake’’ attınız...
- Valla, her şey ortada. Bir Allah'ın kulunu tanımadan bu işe bulaştım. Benim öyle hamim filan da olmadı. Ne kimselere göz süzdüm ne de başka bir şey. Sanıyorum ki, hevesimi gördüler. Hálá çok hevesliyim, yılmadan çalışıyorum. Bazı işleri de benim usulümde yapacak başka eleman yok. O yüzden kalabilmişimdir. Politikayla hiç alakam olmadı benim. Ne sağcıydım ne solcu. Bir ara Babıáli kamplara ayrılmıştı: ‘‘O bizden, bu sizden.’’ Ben kimdim? O dönemlerde bile kitap çevirisi almışımdır ben...
Kaç kitap çevirdiniz?
- 200 kadar. Bir ara klasikler modaydı, onları çeviriyordum. Sonra bestseller furyası başladı. Mesela, Harold Robbins'lerin hemen hemen tümünü ben çevirdim. Harold Robbins öldüğü zaman da bekledim ki, birileri bunu hatırlasın. Baktım, bizim gazetede tık yok. Oysa Doğan Hızlan'a götürürdüm çevirileri, açık bölümleri nasıl çevirmişim diye bakardı ki mahkemelik olmayalım. Allah’tan Mehmet Yılmaz aradı. ‘‘Ablacığım’’ dedi, ‘‘O kitapları ben hep senin çevirilerinden okudum, bize Harold Robbins'i anlatan bir yazı yazar mısın?’’ Nasıl mutlu oldum anlatamam. ‘‘Yarım saatte yazı elinde’’ dedim. Ertesi gün yazıyı koymuşlar, hem de imzamla ve gazetenin bir nüshasını da bizim gazeteye getirip masama bırakmışlar!
Çetin Altan bana kadınların memeleri sarktıktan sonra bu plazalarda işlerinin olmadığını söylemişti. Siz neden ve nasıl hálá buradasınız?
- Balenli sutyen kullanıyorum ben! Bu bir. İkincisi de bana kimse yaşlısın, çirkinsin şu işi sana vermeyelim, daha genç birine verelim demedi. Allah için benim yapabileceğim işi bana verdiler.
İyi de hangi özelliğinizle bunca yıl bu meslekte yerinizi koruyabildiniz?
- Ben bu işe hakikaten aşkla bağlıyım. Yoksa hangi deli, sabahın 7.20'sinde hem de 70 yaşında servise binmek için her gün evden çıkar? Bir de insanlarla iyidir aram. Ben herkesle anlaşırım. Yaşını düşünen biri değilim. 19, 20 yaşındaki insanlarla çalışıyorum. Çok da eğleniyorum. ‘‘Ben büyüğüm!’’ hayatta yapmam. Onların dilinden konuşurum, onların sevdiği müziği dinlerim, onların esprilerine gülerim.
Yapabileceğiniz daha iyi bir şey olmadığı için mi her gün bu yaşınızda gazeteye gelip gidiyorsunuz?
- Doğru, yapabileceğim başka bir şey yok. Ama başka bir şey yapma isteğim de yok. Ben okuldan çıktım Babıáli'ye geldim. Benim aile hayatım, arkadaşlarım, acılarım, sevinçlerim hepsi Babıáli'deydi. O belki beni bırakır ama ben bırakamam...
Evde zeytinyağlı dolma filan yapmayı tercih etmezsiniz yani!
- A ben
yemek filan bilmem zaten! Evliyken bir ara yapıyordum. 57'de evlendim. Eşim, Mükerrem Sarol'un matbaasının idare müdürüydü. O da Babıáli’li yani.
Nasıl tanışmıştınız?
- Sen bizim Agop'u (Arat) bilir misin? Ama nereden bileceksin! Acayip dost bir adamdı. Bir gün dedi ki: ‘‘Bizim Ahmet perişan. Karaköy vapur iskelesinin önünden geçemiyor. Ya ben sizi bir tanıştırsam, hani hep beraber kakara kikiri yapsak.’’ Meğer, sonradan kocam olacak Ahmet, sevgilisinden ayrılmış. Kız, İş Bankası'nda çalışıyormuş. Bizimki resmini ablasına gösterip onayını almak istemiş, o da ‘‘Bununla evleneceğine bir maymunla evlen!’’ demiş. Kız da bunu öğrenince, Ahmet'e Karaköy iskelesinde randevu vermiş, koluna başka bir erkeği takıp gelmiş. Ahmet de yıkılmış. Öyle tanıştık, önce iyi arkadaştık. Ama çok sevdim kocamı. 37 yıl evli kaldık. Kanserden kaybettim onu. Şimdi kızımla yaşıyoruz...
Gençken bu meslek hakkında ne umutlarınız vardı, şimdi ne durumdasınız?
- Ben Sait Faik'e hayrandım. Hatta biraz da aşıktım. Ölmeden önce bana söz vermişti, Burgaz'da röportaj yapacaktık. Bana ‘‘Fotoğrafları Turhan Selçuk çeksin’’ dedi. Gittik Turhan'la. Rıhtımda bakınıyoruz ama Sait Faik yok. Balıkçısı vardı, Barbatoma, ona sordum, ‘‘Bilmiyorum’’ dedi. Meğer, adamcık bir gün önce hasteneye kaldırılmış. Onun ölümü beni çok üzdü. İdealimdeki yazar oydu. Röportaja gideceğim zamanlar, onun hikayelerini okurdum. Ama işte lisan biliyorum, çabuk iş yapıyorum ve boşluk dolduruyorum diye beni hep içeride tuttular. Mecbur olmadıkça röportaja filan göndermediler.
Şimdi vaziyet ne?
- Gazeteciliğin bitmekte olduğuna inanıyorum. Artık insanlar bir fabrikada çalışıyor ve mal üretiyor. Müşterisi alıyor ya da almıyor. Mal iyi olmuş, olmamış, rengi bozuk çıkmış bunlara çok da dikkat edilmiyor. Ama yine de işimi çok seviyorum.
ASLA BIRAKMAYACAĞIM Sizinle birlikte bu mesleğe başlayanlar arasında çok yükselenler var. Kıskanıyor musunuz? Yoksa ‘‘Şu an yaptıklarım benim tercihimdi’’ mi diyorsunuz?
- Bizim Hayat Mecmuası'nda bir Reşat Abi'miz vardı. Yeni Sabah Gazetesi'nin bir zamanlarki efsane yazı işleri müdürü. Herkes onun karşısında tir tir titrermiş. Ama ben onu, masanın kenarında süklüm püklüm oturan, kimselere bulaşmayan bir düzeltmen olarak tanıdım. Müthiş bir düşüş yani. Onun haline çok üzülürdüm. O bana demişti ki, ‘‘Evladım, sakın ola Babıáli'de mevki kapmaya çalışma. Yönetici durumuna gelirsen ayağını kaydırmaya uğraşırlar. Sen kendine bir yol seç ve orada kal!’’ Ben de öyle yaptım.
Anılarınızı neden her defasında yırtıp atıyorsunuz. Yayınlatacak cesaretiniz mi yok?
- Var var. Ama ‘‘Çok ileri gitmişim, bunları yazmayayım’’ dediğim zamanlar oluyor. Anılarımı yazmaya birkaç sene önce başladım. 10 yıllık bölümlerle basında geçirdiğim 50 yılı anlatıyorum. Bu fikri de birlikte çalıştığım genç insanlar verdi, o kadar komik hikayeler anlatıyorum ki: ‘‘Azize Abla, yazsana bunları’’ dediler. Onlar mesela nereden bilecek Yusuf Ziya Ortaç'ın beyaz bacaklarını...
Ben de bilmiyorum...
- Yazın dergide şort giyer, dolaşırdı. Bacakları da bembeyaz. Kalkan eti gibi. Bir gün odasında temizlik yapan görevli, masanın altında iki çift uzun beyaz bacak görüyor, heyecanla dışarı çıkıyor: ‘‘Yusuf Bey, odaya kadın atmış!’’ Bütün dergi odaya doluşuyor, beyaz bacaklı kadını görecekler. Kocaman göbekli ama kalkan eti bacaklı Yusuf Ziya Bey'le karşılaşıyorlar!
Neden evinize çekilmiyorsunuz? Sebebi maddi mi manevi mi?
- İkisi de. Maddi gerekçe var tabii. Ben aldığım ücretle yoksulluk sınırının altında kalıyorum. O ayrı fasıl, kızımla bir evimiz var onu satar Anadolu'da bir yerlere giderim, geçinirim, aç kalmam. Ama bana yaşama sevincini bu iş veriyor. Hayatta tutunabileceğim başka hiçbir şey yok. Zaten istemem de. Benim hayatım bu. Gencecik bir kızken gelmişim, evlenmişim, çocuğum olmuş, onu matbaalara taşımışım. En büyük aşkım gazetecilik yani.
Çevreniz sizi nasıl algılıyor?
- ‘‘Sen delirdin galiba hálá niye her gün işe gidiyorsun? Ne zaman bırakacaksın?’’ diyorlar. Bırakmayacağım!
Siz bu ödülü nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu size bir uyarı olabilir mi: ‘‘Azize, yeter kızım artık evine dön!’’
- Hiç öyle almıyorum. Aksine her şeyi sıfırladım ben, yeniden başlıyorum. Kısa ama yepyeni bir geleceğe hazırlanıyorum...
O ÇOOOOOK YAYIN YÖNETMENİ ESKİTTİ Kaç tane yayın yönetmeni eskittiniz?
- Dur bir sayayım: Cavit Yamaç, Muzaffer Soysal, Con Kemal, Hikmet Feridun Es, Şevket Rado, Çetin Emeç. Evet, bu kadar. Bak, Ertuğrul Özkök'ü eskitemedim. Her daim kendini tazeliyor. Zaten eskimesin de!
Hangisinin döneminde hangi özellikler öne çıkıyordu? Çalışanlar ve kadınlar açısından...
- 50'li yıllarda kadın lafı bile edilmiyordu. Bir iki kişi vardı. Vasfiye, Necla filan. Necla, İsmet Berkan'ın annesidir. Onlar CHP'li parti muhabirleriydi. 60'lar kadınlar açısından daha kolaydı. Şevket Rado, Hayat Mecmuası'nın başındaydı, belli etmezdi ama kadınlarla çalışmaktan hoşlanırdı. 70'ler her açıdan çok çalkantılı yıllar oldu. Ama 70'lerde basındaki kadın sayısı bayağı arttı. 80'lerde de birdenbire kadın gazeteci furyası başladı...
Çetin Emeç'li Hürriyet, 80'li yıllardı değil mi?
- Evet. Her yayın yönetmeninin kişiliği gazeteye yansıyor tabii. Çetin Emeç'le, Ertuğrul Özkök birbirinden çok farklı insanlar. Çetin Bey, her dakika gazetenin içinde olan insandı. En küçük resim altını yanlış yazsan kıyameti koparırdı, ağır hakaret de ederdi: ‘‘N'apıyor bu bilmem ne karı!’’ Yani endazesi belli değildi. Bu anlamıyla Ertuğrul Bey çok kibar. Yalnız Çetin Emeç'in bir özelliği daha vardı: Onun için iş o kadar önemliydi ki, ailesinin can düşmanı olan birisiyle bile eğer işini iyi yapıyorsa, çalışırdı. Tabii o zamanlar yapılan gazetecilik de farklıydı...
Kadınlar açısından bu iki dönem arasındaki farklılıklar...
- Çetin Emeç kadınlara destek vermezdi. Aslında kadınları, çalışan kişi olarak çok da sevmezdi. Mesela ben Oktay Kurtböke'yle sohbet ediyorum değil mi, Oktay Abi dizi yazılara bakardı, Çetin Bey, yazı işleri masasından bizi dikizlerdi: ‘‘Ne konuşuyor bunlar fısır fısır!’’ İçten içe ‘‘Kadının yeri evidir’’ diye düşünen biriydi. Ama iyi işe de itiraz etmezdi. İsterse babasının katili yapsın! Özkök ise kadınlarla çalışmayı tercih ediyor, onların daha dikkatli olduklarına inanıyor. Ve tabii şimdi daha medeni bir ortamda çalışıyoruz. Çetin Bey beni sabah görür, ‘‘Akşam gitmeden bana bir uğra’’ derdi. Akşam 6'da giderim sekreterine ‘‘Beni istemişti’’ derim. ‘‘Ne acelesi var, beklesin’’ der. Saat, 6 olur, 7 olur, 8 olur, 9 olur, beklerim. 10'da odasına çağırır: ‘‘Buyrun Azize Hanım ne diyecektiniz?’’ Kendisinin beni çağırdığını bile unutur. Kocamla iş hayatıma dair tek kavgamız Çetin Emeç'in bu bekletmeleriydi. Ama Allah için rahmetli, sonra taksi çağırır beni eve gönderirdi.
Hürriyet'teki esrarengiz yabancı
2.'yle 4. kat arasında mekik dokuyan bu uzun boylu genç adam da kimdi? Bir gün bu esrarengiz yabancıyı koltuğunun altında Paris Match ve Figaro dergileriyle, Çetin Bey'in odasına girerken gördük. ‘‘Kim bu adam?’’ dedim. Adını kimse bilmiyor. Ama yanımdakiler koltuğunun altındaki yabancı dergilere bakarak kesin bir hükme vardılar: ‘‘Azizeciğim kim olursa olsun, bu adam sonunda sana düşer!’’ Gerçekten de öyle oldu. Birkaç gün sonra Çetin Bey, beni o esrarengiz yabancıyla tanıştırdı. ‘‘Bugünden itibaren eklerde yayınlanacak yazılardan bu beyefendi sorumlu olacak. Siz de konu tekliflerinizi ona götürün.’’ Odadan çıktıktan sonra beni bir gülme aldı. Ankaralı öğretim üyesi Ertuğrul Özkök, gerçekten de bana düşmüştü! O gün bugündür, artık uzaktan da olsa, birbirimize sempatimiz, sevgimiz ve saygımız devam ediyor. Birkaç yıl önce bir yılbaşı partisinde Ertuğrul Bey bana, ‘‘Siz benim Hürriyet'te iş yaptığım ilk çalışansınız’’ deyince o ilk karşılaşmayı Ertuğrul Bey'e de anlattım. Çok güldü...