'Yazarın vatanı dilidir'

Güncelleme Tarihi:

Yazarın vatanı dilidir
Oluşturulma Tarihi: Temmuz 02, 2016 11:20

Önceki romanı Yine Doğdu Tanyıldızı Niğde’de geçiyordu. Şimdi Unutkan Ayna ile Nevşehir’deyiz. Kapadokya’nın sanatını yaptığını hep söyleyen yazarın, Unutkan Ayna ile birlikte yalnız bir coğrafi bölgenin değil, o bölgenin halklarının, mimarisinin, ve tarihinin sanatını yaptığını düşünmek kaçınılmaz hale geliyor. Fakat hiçbir yerellik yok. Hiçbir nostaljik yazıklanmaya rastlanmıyor. Bir bilim insanı nesnelliğiyle karakterleri ele alabilmek, bir dünyalı olarak bu coğrafyaya bakabilmek onun romancılığını anlamaya yeter. Gürsel Korat’la son romanı Unutkan Ayna’yı konuştuk.

Haberin Devamı

1915 Ermeni olaylarını anlatmaya başlarken çok gerildiğinizi tahmin edebiliyorum. Tepki alacağınızdan hiç çekinmediniz mi? Niye yapıyorum ki bunu dediniz mi?

Bir tarih tezi öne sürmek için roman yazsaydım tepkiyi göze almanın ötesinde buna razı olurdum. Biliyorsunuz, ne yazarsanız yazın birileri sizi hedef gösterirse zaten hemen hedef haline getirilirsiniz. Bu biçimde gelişecek olan tepkiden kim çekinmez? Çünkü bu tür tepki gösteren kişiler bilgisizdir ve bırakın sanatı düşünceyle bile ilişki içinde değildirler.

Ben 1915 tarihinde olanlarla yüzleşebilmek gerektiğini düşündüğüm için böyle bir romanı yazmayı çok istedim. “Biz” kipi kullanmadan, “onlar” demeden, hepimizin bildiği şeyin sanatını yapmak için yıllarca çalıştım. Yazarın sesini metinden silebilmek için gecemi gündüzüme kattım. Çünkü romanın tarihi olayların “doğrusunu” anlattığı düşüncesi romanı bilmemekten kaynaklanır. Ben insanı anlattım ve doğrusu tarihi anlatmaktan çok daha büyük bir sonuca vardım: Tarihin söylemediği bir şeyi söyler sanat: Bireyin duygularını, açmazlarını ve bunların hiç keşfedilmemiş karanlıklarını.

Haberin Devamı

Yanılmıyorsam bir film çalışması olarak başladınız yazmaya?

Evet. Önce senaryo tasarısıydı Unutkan Ayna. Fakat sonra romanı film cümlelerinden koparmak için az cefa çekmedim! Ezel Akay’la birlikte 2014’te Kapadokya’ya bir yolculuk yapmıştık. Sanatsal amaçlı her yolculukta içe, duyulara ve duygulara doğru yürürüz; bir şey daha olur, yolculuklarımızda bir şeyin bilincine de varırız. Kapadokya’dan döndükten sonra senaryoyu yazdım, fakat o metinde film için gerekli atmosferi oluşturacak, karakter derinliklerini gösterecek bir yapı oluşmadığını gördüm. O zaman anladım ki bu hikaye filmden önce roman olmalıdır.

Romanı film cümlelerinden koparmaktan söz ettiniz. Çok mu farklı bunlar?

Çok farklı. Senaryo, eylemlerin ve sözlerin örüntüsüyle kurulur: İşitsel ve görsel bir karşılığı olacağı bilinerek yazılan bir edebi metindir. Oysa roman, ses, müzik ve görüntü ile gösterilme olanağı olmayan bir yere yazılır. Senaryo, davranışı oyunla gösterebilecek olanlara, müzikle destekleyip kurguyla anlam biçimlendireceklere yazılır. Film görme ve işitmenin zengin katmanlarıyla biçimlenir. İçinde müzik, grafik, izleyiciye dışarıdan etki eden bir ses ve bütün duyuları harekete geçiren görsel malzeme vardır. Oysa romanda yalnızca yazıyı izleriz; yazar işte orada kokuları, tadları, renkleri ve dokuları apaçık önünüze koymalıdır. Bunları açıkça gördüğümüz roman azdır, elbette yazarlık tavrıyla ilgisi vardır ve böylesi metinler okuyup da ah sinema gibi diye haykırdığımızda bile bu metnin senaryo gibi oluşunun değil romanın başarısıdır. Seçilen tekniğe bakın derim ben; yazarın tekniği seçen değil onu biçimlendiren kişi olduğunu görmek için de bu şarttır.

Haberin Devamı

İçindekiler sayfası bile kendi başına bir metin gibi. Üstelik her bir satırında günün kozmik saat dilimlerini koymuşsunuz, kuşluk 10.32 gibi.. Burada elbette zaman konusuna yaptığınız vurgu apaçık görünüyor. Bu kez o çağda bilinmeyen dijital saatle konuya dalmak neden gerekti?

Çünkü ölüm kapıya dayandıysa salisenin bile değeri vardır. Olaylar on günde yaşanıp bitecek ve sanki bu on gün bize daha uzunmuş gibi gelecek. Saniyeleri bile yazmanın nedeni bu.

Biraz öyle oldu ama bir yandan da kitap bitmesin istedim. Hem meraktan çıldırdım hem de kitap bitiyor diye üzüldüm. Bunu nasıl başardınız?

Bunu başaracağım diye çalışmadan belki. Olayları adım adım daha büyük daha büyük düğümlere bağlayarak.

Haberin Devamı

Bu kitabınızda öykü kitaplarınızdan birine gönderme yaptığınız bir cümle gördüm, içindekiler sayfasında. “Zaman zamana yetişemez” gibi. Başka zaman aforizmaları da var sanırım böyle.

Yok. Sadece bu romana gölgesi düşen bir zaman düşüncesi var. Söylediğiniz alıntı Çizgili Sarı Defter’deki bir öyküye göndermedir. Doğru. Fakat içindekiler sayfasında yazdığım her cümle -bunu ilk kez size söylüyorum- benim ilk kitabımdan bugüne bütün romanlarımdaki olayları düşünerek kurduğum özlü sözlerdir. Unutkan Ayna’ya adeta baskına gelmişlerdir. Yeni bir bağlam oluşturmuşlardır. Bölümlere esin ve ruh katmışlardır.

“Halkların birbiriyle hiçbir sorunu yoktu, bütün sorun siyasetçilerden çıktı” demiyor Unutkan Ayna. Bu genel kanıya karşı mısınız?

Haberin Devamı

1915 olayları yalnızca hükümetle halk arasında yaşanmadı. Halklar arasında da yaşandı. Hiç de naifliğe ve yalana gerek yok. Anımsayın, Unutkan Ayna’da Ermenilere yardım edenler bir yana, onların gidişini çekirdek çitleyerek izleyen bir sürü insan var. Ermeniler giderken kadınları, kızları ve çocukları kapışanlar da halk. Üstelik Hacı Nuri, Bilal ve Kasım Hoca gibi açıktan Ermenilerin kanına ekmek doğrayan adamlar da halktan kişiler. Hükümete gelince, devlet görevlileri bütünüyle kötü değil. Ermenileri koruyan Fuad Hilmi bir kaymakam vekili; Müftü de tehcire itiraz ediyor. Bu roman “halk aslında iyi anlaşıyordu ama hükümet ve siyasiler işi bozdu” romanı değil. İnsanlığın safında duran bir yazar böyle düşünemez, çok yanlış olur bu. Birçok insan öyle konuşuyor, ben konuşmam.

Haberin Devamı

-Bu romanda yerel deyişlere pek eğilmemişsiniz. Çok duru bir Türkçe kullanmışsınız. Fakat yine de İç Anadolu’nun diline uygun eğip bükmeler gördüm romanda. Sanki oranın sesi, söylemi bir tornadan geçmiş, edebiyata yükseltilmiş. Sizde bir yeni Türkçe ve Anadolu söylemi eğilimi var ve okurlarınız bu tavrınızı uzun süredir heyecanla izliyor. Neden “Orta Anadolu’nun dilini bu edebiyata yükseltiğinizi” söylüyorsunuz?

Çok basit. Anadilim olduğu için. İç Anadolu’nun aksanı, sözcükleri ve kıvraklığı ruhumun ışığıdır, yaratma tutkumun beşiğidir. Bir yazarın coğrafyası dilindedir, yazarın vatanı dilidir. Yazar o dille aracısız ve dolaysız görünür. Çünkü halkların da diliyle varolduğunu bilir ve bu ülkenin Hıristiyanlarının Türkçe yazıp konuştuğunu anlamış ve böyle bir şeyden ötürü hayrete düşmüşse, bunu anlatmak boynunun borcudur.

-Tehcirde olan bitenlerin özellikle kadınlara dokunan yanını çok içeriden kavramışsınız. Doğrusu bir kadın olarak bunu fark etmemek olanaksız. Bu duyarlılığın özel bir nedeni var mı?

Bilinç dışı bir nedeni var. Babam Ermeni tehcirini savaş gibi anlatırdı, annem ise ağlayarak. Üstelik görmediği halde. Annesinin ağlayarak anlatışını anımsarken. Bu, işte! Kadınları kadın yapan yaşam bilgisidir. Erkeklere yaşamı hoyratça harcayacağı, kadınlara ise yaşamı doğuracağı, özenle besleyeceği, seveceği, büyüteceği bilgisi mirastır. En azından ataerkil aile düzeninin bilgiyi aktarma biçimi böyledir.

Başka bir söyleşide de dile getirdim: Ermeni tehciri yalnızca siyasi bir sorun değildi. O, aynı zamanda kadın ve çocuk sorunuydu. Biz ölenleri söylüyoruz da, ona buna eş, besleme, uşak olarak verilmiş kadınları ve çocukları hiç konuşmuyoruz. Olan kadına oluyor, erkeğe de oluyor elbet; fakat kadına daha çok şey oluyor. Romanımızın kişilerinden Diruhi’nin kocasına söylediği sözleri anımsayalım: “Sen ölürsün” diyordu Diruhi; “Ama ben senin öldüğünü görmekle kalmam, çocuğumu ve bedenim üzerindeki söz hakkımı da yitiririm.”

-Unutkan Ayna’da gerçek tarihi kişilikler yok gibime geldi, yanılıyor muyum?

Yanılıyorsunuz. Örnek okur için Ankara valisinin adını, Nevşehir Kaymakamı’nı, bazı ittihatçıları gerçek kişiler olarak andım. Bunun dışındakiler, yani romanın gerçek insanları kurmacadır. Hiç yaşamamışlardır. Böyle oldukları için çok inandırıcıdırlar. Artık Şadiye’yi, Kirkor’u, Memet’i, Zabel’i unutmamız zordur. Bir şey söyleyeyim, roman kişileri tarih okunarak yazılamaz. Romancı, tarih araştırmasını kişileri yaratmak için yapıyorsa vay o romanın haline. Tarihi kişilikleri anlatıp o kişiliklerin hikayesi altında kalanlara hep acırım. Roman yazarının tarihle uğraşmasının gerekçesi anakronizmaya düşmemek ve dönemi doğru vermek olabilir. Üstelik romancı tarihsel gerçeklere hiç aldırmayıp anakronik şeyler de yazabilir. Orada bakılması gereken şey sanat yapılmış mıdır, yapılmamış mıdır; “tarih nasıl anlatılmıştır” değil. Bir yazar tarihi bilgileri doğru vermekle ilgilenmiyor, fantastik bir şeyler yazıyorsa, onunla “Bu bilgiler doğru değil” diyerek tarih tartışması yapılamaz. Fakat benim gibi tarihi zemini doğru kurmak amacı güdüyorsa, yazarın iyi bir tarih okuması yapması gerekir. Yine de ben, gördüğünüz gibi roman üzerinden tarih tartışması yapmam. Çünkü tarih romana tarih olarak değil, arka plan olarak girer. Esas unsur insandır. Oysa tarih sözkonusu olduğunda insan oraya fon olarak girer, tarih için esas unsur tek tek insanlar değil olaylardır.

-Romanınızda Miralay Ziya Bey Yunan harfleriyle Türkçe kitabeleri okur, alay eder. Ermeni harfleriyle Türkçe levhaya aldırmaz. Ona göre müslüman olmayanın Türkçe konuşması gereksizdir; bir yerde “Türkçe konuşan Müslüman olmalı” der. Bu bir İttihatçı önermesi değil mi?

Tipik olarak evet. Bu toplumun din temelinde nasıl hallaç pamuğu gibi savrulduğu bundan anlaşılmalı zaten. Romanda bu, sezgi olarak vardır ama bunu tartışmak sanatı yaralamak olacaktı, derinine gitmedim. Tipik Ömer Seyfettin tavrıdır bu. Milli Edebiyat tavrı. Milli Eğitim’de okutulan çok sayıdaki kitapta da mantık böyledir zaten. “Bir Türk, Türk olarak doğar ve Türklük şuuruyla milletinin her koşulda yanındadır. O hem müslümandır, hem de kan bakımından Türktür.” Bu sözleri ilk kez benim romanımda duyuyor değiliz. Ben bu kadarına katlanmadım, yazmadım da zaten.

Yazarın vatanı dilidir

 

BAKMADAN GEÇME!