Güncelleme Tarihi:
Kanal D’nin yeni dizisi ‘Ulan İstanbul’u Şebnem Bozoklu izleme hevesiyle bekliyordum. Bozoklu, ‘Canım Ailem’ sonrası özleyip durduğum, Twitter fenomenliğiyle yetindiğim bir oyuncu olmuştu. Bazı kızlar böyle uzaktan seviliyor. En yakın arkadaşım olsun, oturup sahilde kahve içelim, birbirimizin falına bakalım, çok pis dedikodu yapalım istiyorsun. ‘Ulan İstanbul’daki Yaren karakteri de oraya öyle güzel oturdu ki, o kuaförde ojesi kururken çayı hüplettikçe, benim ikinci bardağı koyasım geldi.
Ama beklentinin aksine dizi bir Yaren şov değil. Uzun zamandır izlediğimiz en çiçek kadro, epey eğlenceli bir çete hikâyesi anlatıyor. Başlamadan Ocean’s Eleven’dan, Leverage’dan, oradan buradan esinlenme (hatta aşırma) iddialarını bir kenara kaldıralım. Zira dizinin Batı’daki türdaşlarından esinlenmekten çok, Türkiye’nin yarım asırlık sinema ve dizi mirasından beslendiğini söylemek lazım. Bunu bu kadar iyi, dozunda yapabilen bir iş uzun zamandır izlemedik. Benzetmeye çalışmak ile öyküyü içinde büyüdüğün kültürle örmek arasında büyük fark var. ‘Ulan İstanbul’un Hulusi Kentmen’e selam göndererek girdiği Yeşilçam damarı, kuyruğuna ‘Perihan Abla’ları, 'Bizimkiler’i, zaman zaman Kandemir Konduk’u, ardından ‘Leyla ile Mecnun’u, ‘Kayıp Şehir’i ve son dönem Selçuk Aydemir üslubunu takarak ilerliyor. Üstelik tüm bu kıymetli bagajı, yeni İstanbul’un şahane bir fotoğrafını çekerek taşımayı başarıyor.
"BAHADIR SENİ PUSH ETTİKÇE, LOW PROFILE İŞLER GETİRİYORSUN..."
Bütün Birol Güven dizilerinde, Beykoz Kundura Fabrikası’na çöreklenen her mahalle komedisinde, bu sezon da izleyeceğimiz üç ömürlük yaz dizilerinde izlemekten kustuğumuz klişeleri bugüne adapte etmeyi nihayet birilerinin becermiş olması kutlanması gereken bir hadise.
Bu tür sahici, zamana uygun diyalogları son zamanlar bir tek ‘Kardeş Payı’nda izleyebiliyorduk. Uğraş Güneş’in senaryosu Selçuk Aydemir’le kıt kanaat geçindiğimiz televizyon ömrümüzde karnımızı doyurdu.
Bir kere komedi işinde herkesin ya aşırı antipatik/hain/pis/sevimsiz ya da aşırı iyi kalpli/sempatik/senden/benden/bizden olduğu o siyah beyaz dünyanın dışına çıktık.
'Bahadır seni push ettikçe, low profile işler getiriyorsun' diyen ‘manager’ dışında tam anlamıyla sevimsiz bir karakter yok. Hacı komşu Hayati’nin bile hin bakışlarında sıcak bulunacak bir taraf var. Karşı komşu Servet Bey’e (Zihni Göktay) yazılan şahane satırlar ('Kombiye 600 lira verdim', 'Rusya doğalgazı kesti') ayrı bir yazı konusu olur.
Ama elbette en önemlisi, son zamanlarda ekranda gördüğümüz en iyi ikili Karlos ve Ferdi, yani Erkan Kolçak Köstendil ve Kaan Yıldırım. Bıçkınlığın, hırtlığın doruğundalar. Ferdi-Derya aşkı da ileride hikâyeye yumuşaklık katacak, o ‘dizici ablaları’ da ekrana bağlayacak güzel bir mesele.
Belki de senaryoyu en çok kasan karakter, çetenin ‘nerd’ü Bahadır. Bu ‘hack’leme işini Hollywood çözemedi. O yüzden banka kartından 120 saniyede hesabı indirme uydurukluğuna fazla takılmak istemiyorum.
‘Ulan İstanbul’, bugün Acun’la, düşük popstarlarla, muhafazakâr esnafla, zengin futbolcularla, âlemci playboylarla, şöhret heveslisi kızlarla, öpüşmeyen ‘namuslu’ yıldızlarla ayakta duran bunalmış şehirlilerin ‘selfie’si. Herkesin bir köşeden dönme hevesiyle didindiği, çirkinleştikçe çirkinleşen İstanbul’u hâlâ sevmeye çalıştığımız yerden vuruyor. Ben ilk bölümü ‘Organize İşler’ tadında bir sinema filmi gibi izledim. Su gibi gitti. Umarım dizide bahsedilen mevzunun bağlanacağı üç ay, dizinin de ömrünü belirtmiyordur. ‘Ulan İstanbul’ sadece bir yaz dizisi olamayacak kadar iyi!