Güncelleme Tarihi:
Yeni izleyici panelinin dizi dünyamıza bahşettiği hediyelerden biri, Yeşilçam sinemasının olmazsa olmaz alt-türlerinden biri olan “avantür”ün yeniden keşfi oldu. Geçen sezon başlayan ve bence pırıltılı bir iş olan Kaçak’ın tam bir “avantür” olduğunu hatırlayarak meseleyi tartışmaya başlayabiliriz Tabii ki Kaçak, başrol oyuncusundan ötürü (Gürkan Uygun ya da “Vadi”den hatırlanan ismiyle Memati) ister istemez akla Kurtlar Vadisi’nin özellikle ilk iki sezonunu getiriyordu. Ama zamanla fark edildi ki, “Vadi”de pek de becerilemeyen, halbuki Yeşilçam avantürlerinde her daim endam eden komik replikler, kafadar tipler, imkansızlar aşklar ve tabii ki, delidolu maceralardı dizinin sürükleyici unsurları. Böylece, esas hikayedeki depresif (çocuğu öldürülen bir ana, buna sebep olan, geçmişini saklayan eski polis baba vs.) anlatı “hafifliyor”, aksiyon sahnelerindeki tutarsızlıklar, mantıksızlar hiç de göze batmıyordu. Zaten Yeşilçam avantürlerinin sırrı, anlatılan hikayenin inandırıcılığından çok, karakterlerin “sahici” olarak algılanıp algılanmamasında saklıdır. İzleyici, kahramana (genellikle olmayacak bir işe kalkışan, kendine bir misyon edinen adam ve şürekası!) ve onun doğrularına bir inandı mı, ondan sonra hikayeyi bir “masal” gibi izliyor ama neticede, ahlakî çıkarımlar yapabileceği bir “mesel” gibi okuyor, kendince derin anlamlar çıkarabiliyor. Avantür, teknik olarak beceremediğimiz “aksiyon” filmlerine “yerli” bir alternatif olmasının yanısıra; kolay izlenebilmesi ve karton karakterleriyle harcıâlem bir “çizgi-roman” estetiğinin de önemine işaret eder. Yıllardır, tipik bir polisiye-avantür olarak kolayca izleyici bulabilen Arka Sokakların bir tür “çizgi-roman” olduğunu fark etmiyor musunuz?
KAHRAMAN ROBİN HOOD KARAKTERLİ
Yakınlarda Kanal D’de başlayan Ulan İstanbul’un da, Yeşilçam’ın “avantür” geleneğimize göz kırptığı hemen fark ediliyor. Çünkü, hikayenin aksiyon yanı yine çoğunlukla aksıyor (örneğin, son bölümde saçma sapan bir çanta değiştirme sahnesi vardı), yalpalıyor, asla inandırıcı olamıyorsa da bir beis yok! Kahramanlarımız ve misyonları önemli olan, inanmaya devam ediyor muyuz, etmiyor muyuz, esas merak uyandıran. Böyle düşününce, hikayenin ne menem bir “masal” olduğu iyice billurlaşıyor; bir kere, esas oğlanımız (Kandemir) bir hırsız, eski bir çete reisi! Misyonu da aynı minvalde, eski bir ahbabını (rakip bir çete tarafından ketempereye getirilip hapse tıkılmış, üstelik hasta ve her bölümde daha da kötüleşiyor) hapisten çıkarmak! Bu nedenle, güvenli bir şekilde yaşamını sürdürdüğü yurtdışından yakalanma riskini göze alarak memlekete dönüyor ve eski çetesini yeniden topluyor Kandemir. Ali Rıza baba kurtarılmalıdır, kurtarılacak! Robin Hood karakterli biri tabii ki kahramanımız, sadece zengin olmayı haketmeyenleri soyan, asla gözü zenginlikte olmayan, ganimetin fazlasını ihtiyaç sahipleriyle üleşen, ezcümle, siz bakmayın “hırsız” olduğuna, kral biri, adamın önde gideni. Bir başka Türkiye sosyolojisiyle karşı karşıya kalırız böylece. “Kader mahkûmu” edebiyatının, mahallenin koruyucu, kullanıcı “kabadayı” abilerinin hâlen ne denli inandırıcı olduğunu fark ederiz. Devlet söyleminin zirve yaptığı (sürekli “arandığından” olacak!) ama modern devlere dair “güvenlik” kurumlarının (polis, mahkeme, adalet vs.) hiç de güvenilir bulunmadığı bir toplumsal varoluşta, insanların “devlet-ötesi” insan ve yapılanmalara bel bağlamaları hiç de şaşırtıcı değil. Selçuk Parsadan’a bayılmıştı örneğin necip Türk milletinin evlatları, yakında bir dizide arzı endam ederse hiç şaşırmam. Kandemir’de bir tür Parsadan gibidir aslında ve karşısında şapşalın önde giden bir saftirik polis bulunur. Bizimkiler (Kandemir ve Şürekası) sakin, sessiz bir İstanbul mahallesine yerleşirler operasyonları sessizce yapabilmek için. Fakat, bu sefer de bildik mahalle klişeleriyle hemhâl olmaya başlarız. Tabii ki “yakışıklı” (bıyığının kesimi yeter!) olan Kandemir’e komşu kadın (Şehriban) hemencecik hâllenir, bu da yetmez, sonradan Almanya’dan gelen akrabası Maşuka (bu “azgın” karakteri bir “Alamancı” yapmak âlenen bir “nefret suçu” ama senaristin hiç de umurunda değil) da anında yeşillenir. İşte, bu komşunun şapşal oğlu da hırsızlık büroda “komiser” çıkmaz mı? Hele bir de bu şapşal, çeteye sonradan dâhil olan Derya’ya abayı yakmaz mı? Neyse, hikayeyi özetlemekten çok, karşılıklı konumlandırmaya dikkat çekmek istiyorum. “İyi kalpli” hırsızın karşısına bir “şapşal” polis konumlandırmadan biraz önce sözünü ettiğim sosyolojik olgu (güvenlik kurumlarına güvenilmeyen bir ülke) inandırıcı olamazdı zaten.
OCEAN’S ELEVEN ESİNLENMESİ Mİ?
Gelelim hikayenin kaynağına, yani “esinleme” meselesine: Belli ki, kafada bir Ocean’s Eleven filmi ve oradaki eski elemanların tekrar bir araya getirilmesi fikri var. Olabilir, neticede bir dizi çekilirken her zaman bir “çıkış noktasına” ihtiyaç var. Sonrasında, yani “yerelleşme” esnasında biraz zorlanıldığı aşikâr. Mahalledeki ilişkilerde bir türlü Yeşilçam seviyesine ulaşılamıyor günümüz dizilerinde, “mahallede” büyümeyenler tarafından yazılınca ve konudaki Türkçe edebiyat yeterince bilinmeyince tezahür eden bir zafiyet. Aslında, Ocean’s Eleven’dan esinlenen bir geç dönem Yeşilçam filmi de var ve oradaki mahalle çok daha inandırıcı ve eğlenceli. Zeki Alasya tarafından 1979 yılında çekilen ve tipik bir Zeki-Metin komedi-avantürü olan Vay Başımıza Gelenler’den söz ediyorum! Bu filmin de esin kaynağı Ocean’s Eleven, müthiş bir Zeki-Metin komedisi olmasa da, döneminde iyi iş yapmış, hatta bir devam filmi (Köşe Kapmaca) bile çekilmiştir.
BU AVANTÜR SEVİLECEK Mİ?
Şimdi tekrar yeni panelin önemi ve neticelerinden söz edebiliriz. Reytinglerde bir türlü yukarı çıkamayan TRT’nin baskısıyla yapılan “istatistiki” devlet müdahalesinden sonra, dizi âlemindeki tüm dengeler değiştiğinden sanırım haberiniz vardır. Artık eskisi gibi, AB Grubu denen ve satınalma gücü yüksek olanların bir önceliği (eskiden, ikiyle çarpılarak reytinglerde gösterilirlerdi) kalmadı yeni “örneklem”de. Aksine, nüfusu 20 bin kişiden az olan mahallerde yaşayanlar da dahil, temsiliyet kabiliyeti çok daha yüksek bir izleyici paneli reytingler için temel alınıyor. İşte, bu grubun sinematografik hafızası çok daha “yerel” ve lâmı cimi yok, doğrudan Yeşilçam sinemasıyla şekillenmiş. Yeşilçam ise, o hikayeleri Erken Cumhuriyet ve sonrasının popüler Türk edebiyatından derlemiş, filmlerine aktarmıştı. Bütün bunları neden yazıyorum? Ulan İstanbul’un karakterlerinde, karakterlerinin ağzındaki edebiyat paralamalarında, aşk meşk hikayelerinde tuhaf bir yeknasaklık mevcut. İşin “aksiyon” kısmından pek bir umudum yok zaten ama, karakterlerin sürekli aynı şekilde konuşması, bir türlü derinleşememesi bir süre sonra izleyiciyi sıkmaya başlayabilir. Yaz sezonunda, karşıda güçlü rakipler yokken reytinglerde öne çıkmak asıl sezonda başarılı olunacağının garantisi değil. Naçizane tavsiyem, senaristin Peyami Safa’nın yazdığı Cingöz Recai’lere, Kemal Tahir’in yazdığı Mayk Hammer’lere biraz daha bakması yönünde olacak. Yeni panelin en seveceği türün avantür olacağını da zamanla fark edeceğiz.