Güncelleme Tarihi:
Siz bu filmle “Annelik kutsal değildir” mi diyorsunuz?
- “Anneliğin kutsallaştırılma biçiminde sorun var” diyorum. Saf ışıktan ibaret, bembeyaz, kristalize bir anne imajı dayatılıyor kadınlara. O yüzden hepsi dünyanın en iyiliksever, en verici annesi olmaya çalışıyor. Bu anne ideali altında eziliyorlar. En temel eleştirim bu. Yoksa annelere ya da anneliğe saldırmak gibi bir amacım yok. Annelik dünyanın devamlılığını sağlayan temel döngü. Bedeninden yeni bir varlık çıkarmak çok muhteşem bir şey. Benim itirazım; düzenin, bu tip muhteşem şeyleri ele geçirip kendi yararına kullanmasına...
Toplum anneliğe neden böyle kutsuyor sizce?
- Çünkü sistemin temel değerlerini yeni nesle aktaran, anneler... ‘Anne ne kadar dokunulmazlık sahibi olursa, o değerler de sonraki kuşaklara aktarılırken o kadar az hasar görür’ inanışı var.
Toplumun iki başat gücü; ‘erkeklik’ ve ‘annelik’ karşısında ‘anne olmayan/yalnız kadın’ ezilmeye mahkûm. Siz buna da itiraz ediyorsunuz...
- Evet. Kadınlar da sistem içinde yerlerini alıp kendi aralarında bir hiyerarşi oluşturuyor ve birbirlerini erkek bakışına göre yargılıyor. Anne olan kadın, anne olmayana yukarıdan bakıyor. Anneanne olan yani ‘bilge kadın’a dönüşmüş, seksüelliğinden arınmış olan da anneye... Ama hepsinin üstünde yine erkek var. Birbirimize erkek gözüyle bakıyoruz. Yoksa bir kadın, bir kadına ne diye “O...” diye hakaret etsin ki?
MARAZLI BİR DÜNYADA, MARAZLI İNSANLAR OLARAK YAŞIYORUZ. AŞKIMIZ DA MARAZLI...
Filmin ana karakteri Nesrin (35) kıyafetlerine, oturup kalkmasına, eve geliş saatlerine dikkat etmesi konusunda sürekli uyarı alıyor. Bir erkekten değil, annesinden... Kadınlar, neden sınırlarını erkeklerin belirlediği bir ahlakın bekçiliğini yapmaya bu kadar gönüllü olabiliyor?
- Temelinde korku var bunun. Anne orada kızını korumaya çalışıyor. Çünkü kızı, o değer dizgesindeki yerini kaybederse başına gelebileceklerden korkuyor. Bu noktada sorumluluk almak, işi “Erkekler bize böyle yapıyor”da bırakmamak lazım. Ortada erkek yok çoğu zaman. Biz, bize yapıyoruz, ne yapıyorsak...
“Dünyayı kadınlar yönetse barış içinde oluruz” diyenlere katılıyor musunuz?
- Hayat denge meselesi... Bir tarafı inkâr edip bütün iktidarı öbür tarafa vermenin kötü sonuçlarını yaşıyoruz. Bunu tersine çevirmeye gerek yok. Amerika’da başkanlık için yarışan Hillary Clinton, temsil ettiği değerler açısından Bernie Sanders’tan çok daha erkek. Condoleezza Rice’ı hatırlarsınız... Ya da Tansu Çiller’i... Ne kadar ‘kadınlar’ o anlamda?
Haluk Bilginer “Tanrı diye bir şey varsa kadındır. (...) Erkek üretmenin ne olduğunu bilmediği için kolay öldürür” dedi. Ona katılıyor musunuz?
- Neden böyle düşündüğünü anlıyorum; bu sistemde genelde merhamet duygusu yüksek olanlar kadınlar. Ama o da yine ezilmişlikten geliyor. ‘Tüm kadınlar çiçektir ve çiçekler su ister’ diye bir reklam vardı, Haluk Bilginer’inki de o tip bir yüceltme sanki. Ve her yüceltme de bir anlamda bir köşeye sıkıştırma…
Filmle ilgili “Çok sert, çok karanlık” gibi yorumlar okudum. Öyle mi sizce de?
- Bir karanlık tarafı var ama sadece karanlık mı ondan emin değilim. Kara komedi denebilecek yerleri var. Hatta ben çok sevgi dolu bir film olduğunu düşünüyorum. Bence bu film, kız evlatların annelerine verdikleri bir aşk mektubu. Aşk mektubu deyince canım, cicim, kalpler falan bekliyoruz. Ama gerçek aşk, benim anlattığım aşk... Marazlı bir dünyada, marazlı insanlar olarak yaşıyoruz. Aşkımız da marazlı, içinde karşıt duygular barındırıyor...
BU KADAR ÇOK SEVDİĞİN BİRİNE KARŞI NİYE BÖYLE ÖFKE DUYUYORSUN?
Nihal Koldaş (solda): 'Annem filmde canlandırdığım Halise’den çok farklı olarak çocuklarını kendi seçimleri konusunda genelde özgür bırakan biridir. Ama bazen aramızda espri konusu olacak şekilde fazla kollayıcı olur. Özellikle besleme konusunda... Ben kızımla ilişkimde bazen kendimi annem gibi aşırı kollayıcı buluyorum.' Esra Bezen Bilgin: ' Benim annemle travmatik bir ilişkim olmadı. Sorunlar yaşadığımız dönemler oldu ama olabildiğince az zararla atlatabilmek için elimizden geleni yaptık. İlişkimiz bugünkü güzel halini benim 20’li yaşlarımın sonunda aldı. Kan bağının getirdiği sevginin ötesinde, güçlü bir yakınlık kurmayı başardık.'
Bütün bu derin mevzular bir tarafa; anne-kız ilişkisi üzerine çok uzun bir süre gözlem yapmış, okumuş, yazmış, film çekmiş biri olarak, annelere ve kızlara, aralarındaki ilişkiyi daha sağlıklı hale getirmeleri için ne önerirsiniz?
- Anne mümkün olduğunca seni kendine benzetmek istiyor. Hiçbir kız evlat da annesine benzemek istemiyor. Ama belli bir yaşa gelince mutlaka benziyor. Kızlar bununla barışmalı. Yoksa akıntıya karşı yüzdüğün için mutsuz oluyorsun. Bunu kabullendikten sonra, yani akıntı yönünde akarken “Sağdan kaçayım, ayrışayım” diyebilirsin. Demelisin de... Anneler açısından da durum şu: Çocuk doğduğu andan itibaren her gün senden daha çok sevgi, adanmışlık, ilgi talep ediyor. Sen de vermek üzerinden bir kimlik oluşturuyorsun. Sonra bir yaş geliyor; çocuk, “Bana artık bir şey verme, kendi kendine takıl” diyor. Anneler de işte bunu kabullenmeli.
Filmdeki anne-kız bir yandan çok derin çatışmalar yaşarken bir yandan birbirlerine bir şeyler itiraf ediyor, ağlıyor, sarılıyor, yan yana uyuyor… İlişkileri birbirlerine hem şifa hem zehir...
- Öyledir ya hakikaten; bir patlarsın, yüzüne jilet atmışsın gibi ruhsal sıyrıklar bırakırsın. Sonra kanadığını fark ettiğinde oradan yalamaya başlarsın, kıyamazsın. Ama kıyamıyorsun diye tatlı tatlı da gidemezsin çünkü o jileti attıran şey var içinde. Film onu bulmaya çalışıyor işte: Sen bu kadar çok sevdiğin birine karşı niye böyle öfke duyuyorsun? O öfke toplumda kabul edilebilir sayılmadığı için sürekli bastırıyoruz. Bastırınca değişik hallerde -mesela öznefret olarak- çıkıyor ortaya.
Anneler ve kızları arasındaki ilişki babalar ve oğulları arasındaki ilişkiyle hangi noktalarda benzeşiyor hangi noktalarda ayrışıyor?
- Sorunun temeli benziyor: Rekabet. Ekoloji üzerinden bakmak lazım buna. Biri tohumunu atmış, artık kuruyacak... Öbürü de açacak, onun yerini alacak. Kim ölmek ister? O, bu yüzden sorun çıkarıyor. Öbürü de diğeri ölmediği sürece tekil olarak var olamıyor, onun mücadelesini veriyor. Yani en temelde bir varlık kavgası bu, kişisel bir şey değil.
KADIN MASTÜRBASYONUNU DİKEN ÜSTÜNDE İZLİYORUZ
Nesrin romanını bitirmek için neden anneannesinin köyüne gidiyor? Virgina Woolf’un adını koyduğu haliyle ‘kendine ait bir oda’nın gerçekten orada olabileceğini mi düşünüyor? Yoksa bir çeşit isyan ateşi anlamına mı geliyor bu tercih? Şüphesiz onu kimsenin tanımadığı bir yerde çok daha rahat çalışırdı. Sokaklarında istediği saatte, sigara içerek gezinemeyeceğini bilecek kadar iyi tanıyor köyü.
- Bilinçaltında bir isyan isteği olabilir ama farkında olduğu sebep bu değil. Nesrin kendini ispatlamak istiyor. Köye gitmesi de kendine ait bir oda arayışıyla ruhsal sağaltım arzusunun birbirine karışmış hali. Şehirde kaybolmuş bir kadın o. Yalnız, sistemin gösterdiği yoldan ilerlemeye çalışmış ama bir noktada yapamayacağını hissetmiş. Köye, kökenine dönerek, kendini yeniden keşfedecek, bir kitap yazacak, sonunda da kendini kuracak ve mutlu olacak. Böyle düşünüyor.
Filmdeki anne; dini ve batıl inançları kuvvetli, emekli bir öğretmen. Bugünün Türkiye’sinde belli bir kesimi mi sembolize ediyor?
- Bir şeyi sembolize etsin, bir kesimi anlatsın gibi bir arzuyla yazmadım o karakteri. Gözlemlediğim bir şey bu benim: Cumhuriyet’in kuruluşundan, belli bir döneme kadar peşinden gidilen bir laik ideale yüzünü dönmüş ama günlük ilişkilerinde de sürekli batıla yaslanan, azımsanamayacak bir çoğunluk var toplumumuzda. İdeali ve kültürel zemini arasında kalmış bir grup insan. Öğretmen deyince akla hemen ‘Cumhuriyet kadınları’ geliyor ama halkın içinde pek çok ara, ‘geçiş tonunda kadınlar’ var.
Fragmanda da gördüğümüz bir mastürbasyon sahnesi var filmde. Yönetmenin nelere dikkat etmesi gerekiyor böyle bir sahne söz konusu olduğunda?
- İki açıdan dikkat etmek lazım: Birincisi; bu sahne ilgi çekmek, provakatif olmak için mi var? Erkeğin mastürbasyonunu görünce artık bir duygu almıyoruz ama kadınınkini görünce hâlâ diken üstünde izliyoruz. Gerçekten hikayenin içinde anlamı yoksa o sahneyi çıkarmak lazım. Ama varsa da onu estetize etmeye çalışmadan, ehlileştirmeden çekmek gerekiyor. Çünkü bir an için, onu kabul edilebilir biçimde verme refleksi gösterebilirsin. Oysa oradaki o tekinsiz, garip ruhu yakalaman lazım. İkincisi de; gerçekçi bir sahne çekmeye çalışırken, oyuncunun duyarlılığını incitmemeye, onun kişisel sınırlarını geçmemeye dikkat etmek lazım.
BİR DAHA BU KADAR SİVRİ BİR FİLM YAPAMAYABİLİRİM
Filmdeki hikâyenin ne kadarı sizin hayatınızdan?
- Epey fazlası. Senaryo yazmak için memlekete, Niğde’ye, gittim. Ve annem geldi... O geldikten sonra yazamamaya başladım. Film de böyle başlıyor.
Annenizin alındığı yerler oldu mu izleyince?
- Daha tamamını izlemedi. Ama senaryoyu yazdıktan sonra önce ona okuttum. Annem izin vermeseydi, çekmeyecektim. Okur okumaz “Ben böyle değilim ki” dedi, ben de “Tabii ki değilsin, bu bir film” diye anlattım.
Filmin çekim sürecinde anne olmuşsunuz. Konuya bakış açınız değişti mi?
- Doğum yaptığımda çekimler bitmiş, kurgu aşamasındaydık. Bu filmi çekmeden önce anne olmak istemedim. Çünkü anne olunca sivriliklerimin törpüleneceğini biliyordum. Öyle de oldu, çok daha yumuşak bir yerden yakalıyorum artık hayatı. Bir daha bu kadar sivri bir film yapamayabilirim.
Umarım çok izleyiciye ulaşır ama bu filmin gişe rekortmeni olmayacağını belli. Filmin konu ettiği meseleler üzerine hiç düşünmemiş bir kesimin böyle bir filmden haberi bile olmayacak büyük olasılıkla… Bu ne hissettiriyor?
- Dağıtıma girmek bile Don Kişot’luk. Film yapmak demek, çok fazla kendinden vermek demek. Yapılabilecek çok fazla bir şey yok galiba. Karanlığa, boşluğa sesleniyorsun, tek bir kişi bile “Ben bunu yakaladım” derse, tamam, o kadar işte...
Bundan sonraki filmlerinizde ne anlatacaksınız?
- Aklımda bir şeyler var. Ama filmin yapım kısmı çok yıpratıcı, ekonomik yükü de çok ağırdı. Biraz dinlenme ihtiyacındayım yüzden.
‘KADIN YÖNETMEN’ DİYE KATEGORİZE EDİLMEK İSTEMİYORUM
Bir uygulama çıkarmışsınız, nedir o?
- Bir Google eklentisi. İndiriyorsun, Google’a ‘yönetmen’ yazdığın zaman, ekranda ‘erkek yönetmen’ olarak görünüyor. Ben ‘kadın yönetmen’ diye kategorize edilmek istemiyorum. Bu, pozitif ayrımcılık gibi görünüyor ama beni küçük bir kategoriye sokuyor. Ne kadar rahatsız edici olduğunu, ‘erkek yönetmen’, ‘erkek yazar’ gibi ifadeler görünce anlıyorsun...
‘Kadın yönetmen’ denmesine itiraz etmenize katılıyorum ama bu filme ‘kadın filmi’ denmesine de karşısınız? Tamamen kadına özgü bir şey olan annelik üzerine Bir film değil mi bu?
- Öyle ama ‘kadın filmi’ deyince, sadece kadınları ilgilendiren, sadece kadınlar için yapılmış bir film akla geliyor. ‘Karamazov Kardeşler’ için ‘erkek romanı’ denmiyor mesela. Neden? Orada da baba-oğul üzerinden varoluşun kendisiyle ilgili bir araştırma var. Bizim ‘Ana Yurdu’ndan yapmaya gayret ettiğimiz gibi.
Yeni Türkiye sineması için hem yönetmenler hem anlatılan hikayeler ve karakterler anlamında erkek ağırlıkta olduğu eleştirisi yapılır. Katılıyor musunuz?
- Evet, daha fazla erkek senaryo yazdığı, film çektiği için daha fazla erkek karakter üretiliyor, kadınlara erkeklerin gözünden bakılıyor. Hatta bazı kadın yönetmenler de ciddiye alınmak için erkek karakterler yaratmaya çalışıyor. Ama bunu kırmaya çalışan üretimler de var tabii.
Çok parlak yönetmenlerimizin kadın karakterlerine bakınca ya da kadın karakter yaratamadıklarını görünce ne hissediyorsunuz?
- Ben Nietzsche’yi de çok severim ama tam bir kadın düşmanıdır. Okumamazlık edemezsin ki, sana açtığı kapılar var. O yönetmenler de ortaya samimi bir gözlem koyabiliyorsa sıkıntı yok. Çünkü onların kültürel altyapılarını oluşturdukları dönemde cinsiyet politikaları konusunda bugünkünden daha geri durumdaydık.