Ezgi ATABİLEN
Oluşturulma Tarihi: Aralık 29, 2014 12:34
Bir ilk roman ‘Uykusuz’, okuru takibe almak isteyeceği yeni bir yazarla tanıştıran. Kendine has travmaların yıkıcılığıyla zedelenmiş, birbirlerine çarptıkça daha da parçalanan yaşamları anlatıyor. Yazarı, kendi uykusuzluğuyla cebelleşirken ortaya çıkmış. Ayça Güçlüten’le Postiga Yayınları’ndan çıkan romanı konuştuk.
Sinematografik anlatımın hâkim olduğu 'Uykusuz'un ‘başrolünde’ hayli steril hayat süren bir plaza adamıyken uykusuz olduktan sonra mutsuzluğu, arayışları ve birçoğumuzun yaptığı gibi çocukluk yıllarından yetişkinliğine taşıdığı travmalarının içine gömülerek, aslının tam zıttı savruk, kural tanımaz bir adama dönüşen Levent var. Ve Levent’in rüya ile gerçeğin birbirine karıştığı puslu dünyasına misafir başkaları: Bir ağaca tünemiş konuşan, dahası tuhaf masallar anlatan ayyaş bir baykuş, geçmişten yankılanan sesi oğlunun aklının içinde çınlayan bir baba, bütün istediği sevgiyken kocası tarafından ilgisiz bırakılarak solmuş bir Çiçek, en yakın arkadaşının o meşhur mutsuzluğuna bile öykünen Alper ve bir gün kızını istemeye gelen ‘hayallerinin erkeği’ne duyduğu aşkı yaşayamadığından çareyi nefret etmekte bulan bir kayınvalide...
Uykusuz'a varıncaya kadar neler yaptınız?
- Reklamcılık okudum ama hiç reklamcılık yapmadım. Okurken de çalışıyordum. Muhabirlik yaptım, dergilerde yazdım. Bir prodüksiyon şirketinde ve sonra halkla ilişkiler sektöründe çalıştım. 2004'te özgürlük sevdasıyla yalnız çalışmaya başladım. Çeşitli şirketler ve kurumlar için içerikler, metinler ürettim. 2005 yılında Cumhuriyet gazetesinde küçücük bir haber gördüm. Senaryo Yazarları Derneği'nde (SENDER) Macit Koper'in atölye vereceği yazıyordu. Macit Koper inanılmaz bir hoca. Yedi sekiz ay sürdü. Oradaki hocalar, arkadaşlarla bir grup kurduk sonra ve hikâyeler yazmaya başladık. Seray Şahiner, Betal Özay, İbrahim Bal gibi kıymetli insanlar vardı... Böylece yazı hayatımızı kaplamaya başladı.
Romandaki o sinematografik anlatım, kaynağını senaryo atölyesinden alıyor anlaşılan...- Uykusuz başta senaryoydu. Fakat işin içinden çıkamadım, iyi bir senaryo olmadı. Senaryoda temel mesele çatışmayı çözmektir ama çözülmüyordu. “Hikâyenin tabiatıyla bu kadar oynamamalı, özgürleştirmeliyim” diye düşünüyordum. Birkaç kişi, “Neden romana dönüştürmüyorsun” dedi. “Deneyeyim ama çok zor iş” dedim, nasıl olacak? Roman böylece oluştu. İddia ediyorum romandan sinemaya taşımak daha kolay olurdu. Bu hikâye demek ki böyle anlatılması gereken bir hikâyeydi. Yer yer tıkanmaları ve yamalarıyla, öylece kalmalıydı.
Uykusuz'un çıkış noktası nedir?- Ben karanlığı çok severim, herhalde Uykusuz'un da çıkış noktası odur. Geceyi çok severim. Daha dürüst olduğuna inanırım gece vaktinin ve geceleyin insanların. Hani klasik şeyler vardır, sabah kalktığımızda en temiz zihinli halimizdir filan, hiç inanmıyorum!
Romanı yazma fikri nasıl doğdu peki? Uykusuzluk çektiniz mi hiç?- Senaryo atölyesine gittiğim dönemde uyku problemi çekiyordum. Uykusuzken kafa sesimin çok kalabalıklaştığını fark ettim. Normalde hepimiz bir şeyler yaparken kafa sesimiz olduğunu biliyoruz. Ama geceyle sen baş başayken, araba sesi, kentin gürültüsü azalmışken o ses daha çok konuşuyor. Deliriyorsun biraz. Zaten hepimiz biraz öyleyiz de... O vakitler içimdeki sesin sadece kendi benliğimle konuşuyor olamayacağı sanrısına kapıldım. Bazı kelimeleri bildiğini fark etmemek... Duyguların ve düşüncelerin daha pür dile gelmesi... Uykusuzluğu yaşayan bilir. Ben çok ciddi çektim.
Ne kadar sürdü?- Dört ay kadar sürdü. Hiç uyumadığım bir dönem oldu. Uyuyorsun ama bilinçli uyuyorsun, yani göz kapanabiliyor ama bilincin kapanmıyor. Sadece vücut dinlendiriyorsun ve bunun için çeşitli teknikler geliştirmeye başlıyorsun. Günlük yaşamdaki mantıklı, hayatta ve ayakta kalmak isteyen modelden çıkıyorsun. Geceleri başka biri olabilirsin. Kitabın ana kahramanı Levent böyle ortaya çıktı. Benim şehir hayatında her gün gördüğüm Bond çantalı işadamlarından biri. Uykusuzluk sürecimde uykusuz arkadaşım oldu. Sonra bu insana ben bir aile ve bir hayat biçtim. Ana eksen Levent'tir aslında ama kalabalık bir öykü oldu.
"Ölümün kardeşi" denir uykuya. Siz nasıl tanımlarsınız?- Bu kitaptaki uyku yaşamaktan korkudur aslında. Yaşamaktan korkuyor Levent. O yüzden çok sahi geliyor bana. Kim yaşamaktan korkmaz ki? Uykusuzluk da ölüme kafa tutmaktır biraz.
Bir ilk kitapta varılması zor bir nokta ama Uykusuz'un kurgusal açıdan bir kural tanımazlığı var desem, katılır mısınız?- Sinemada olduğu gibi edebiyatta da kurama ve kurala inanmıyorum. Sanat bir sokak çocuğu bence. Dile de öyle bakıyorum. Deforme edilmesi, yıkılması ve yeniden inşa edilmesi gerek. Kitabı ben roman olarak nitelemem. Sayıklama metni, tutarsızlıklar metni ya da lime lime metinler diyebilirim.
Hep kural yıkıcılıktan filan bahsettik ama yeraltı edebiyatına yakın duruyormuş gibi geliyor bana bu roman. Sizce?- Katılırım. Ben çok sık şöyle düşünürüm: Gerçek dünya mı burası yoksa biz bir dünyanın yeraltı dünyasında mı yaşıyoruz? Başka bir evrenin yeraltı tarafı belki de burası. Bu kadar acı, haksızlık, şikâyet ettiğimiz her şey belki de yeraltı dünyasında yaşadığımız şeyler. Ben algıladığım için gerçek olduğunu düşünüyorum pek çok şeyin. Gerçek olan tek şey var: Hissettiğimiz acı ve mutsuzluk. Bu, belki dibine kadar pesimistlik ama bence bunlar gerçek. Çünkü nihayetinde bir gün olmayacağımızı biliyoruz ve hepimiz bu duyguya yaslanarak yaşıyoruz.