Güncelleme Tarihi:
BATI MÜZİĞİNE YÖNELİŞ OSMANLI İLE BAŞLADI
Esas doğru, tarihsel doğru, Batı müziğine yönelişin Cumhuriyet’le başlamadığı. Osmanlı’nın son döneminde zaten, hanedandaki çeşitli Batı’ya yüzünü dönmüş padişahların aldıkları kararlar sonucu Batı enstrümanlarının ve Batı müziğinin Osmanlı hayatına girdiğini görüyoruz. Bunların başında da o zamanların meşhur opera bestecisi Donizetti’nin kardeşinin payitahta çağırılması ve o zamana kadar mehter takımı olarak bilinen askeri bandonun yerine Mızıka-yı Hümayun’un kurulması var…
İstanbul’da da düşünecek olursanız pek çok Hıristiyan veyahut başka dinlerden olan Osmanlı milleti var: Rum, Ermeni, Yahudi, Levanten… Bu insanların da evlerinde Batılı gibi yaşadıklarını biliyoruz ve bu evlerde Batılı müzik aletlerinin olduğunu da biliyoruz. İzmir’de 19. yüzyılda Levantenler tarafından kurulan çeşitli müzik mağazaları var. Hatta benim piyanom İzmir’deki bir mağazadan gelmiştir. Osmanlı’nın son yıllarında bu Batı’ya yöneliş, toplumun her katmanında var, sadece müzikte değil. Asker ressamlar artık minyatür yapmıyorlar, Osman Hamdi Bey sayesinde arkeoloji önem kazanıyor… Böyle bir altyapı var zaten Osmanlı’da.
Cumhuriyet’in ilk kadroları biliyorsunuzdur ya İstanbul’dandır ya Rumeli’dendir. Anadolu’dan gelenler sayıca azdırlar. Onun için zaten böyle bir kültüre sahip olan insanlar tarafından Cumhuriyet kuruluyor. Ve Atatürk inanılmaz bir ileri görüş sahibi olan bir insan, asker olmasının dışında yeni toplumun ideale yakın bir toplum olabilmesi için nelere ihtiyacı olduğunu daha Cumhuriyet’i kurduğunun ertesi yılı bir müzik şurası toplayarak ispatlıyor. Yani ülkede müzikle uğraşan ne kadar insan varsa Ankara’da topluyor, şura denilen bir toplantı yapıyor. Demek ki müziğin bir toplum için ne kadar önemli olduğunu öngörüyor ve müzik eğitiminin ne kadar önemli olduğunu görüyor. Müzik eğitimi o zamana kadar usta-çırak ilişkisi ile gelişiyor. Atatürk o şurayı toplamakla bilimsel anlamda müzik eğitimi verecek bir kurum kurmanın yolunu açıyor ve bu şekilde zaten Musiki Muallim Mektebi kuruluyor Ankara’da, sonra konservatuara dönüşüyor. İstanbul’da da padişahlık zamanında kurulmuş olan Darülelhan var. Bu da müzik eğitimi veriyor, ama belediyeye ait.
Müzik eğitiminin bilimsel olarak kurumsallaşması, Cumhuriyet’le birliktedir. Ama Batı müziği ilk kez bu dönemde Türkiye’ye girmiş değildir. Bir sürü dedikodu dolaşır ortalıkta, Cumhuriyet tepeden inmeydi de bilmem ne… Kardeşim tepeden hiçbir şey inmez, yavaş yavaş olur. Resim de aynı şekilde, insan sureti Müslümanlıkta yasak. 19. yüzyıl ressamları insan suretini yapmaya başlamışlar. Günah olmadığına karar vermişler ki akademi kuruluyor, kurulunca içinde çıplak model yer alıyor. Bu bir çeşit ilerlemedir. Kimse yasaklamıyor çıplak modeli. Çünkü o bir eğitim aracıdır.
KÖY ENSTİTÜLERİ'NİN DÜNYADA EŞİ YOK
Halk dediğiniz şey nedir? Eğitilmeyen halk, kendisine sunulan hiçbir yeniliği kabul etmez. Bu böyledir. Eğitilmeyen derken, kendisini eğitmek istemeyen de girer buna. Sen onu eğitirsin, o yine istemez.
Ama Türkiye’de bir örnek vardır: Köy Enstitüleri örneği. Bunun dünyada benzeri yoktur. Türkiye’de yaratılmış, Türkiye’de canına ot tıkanmış bir örnektir. Büyük bir günahtır onların kapatılması. Burada verilen eğitimde, köyden gelen eğitimsiz gençlerin eline verilen enstrümanları çalabilmeleri ve bundan memnun olmaları; kurulan korolarda şarkılar söyleyebilmeleri, bizim halkımızın bu tür müziğe yakınlık göstermeyeceği yargısını yerle bir eder. Eğitirsen, herkes öğrenir. Eğiteceksin. Ama eğitimin de tabii doğru dürüst eğitim olması lazım. Çocukluktan itibaren doğru bir eğitim olacak.
Şimdi mesela ‘yeni bir nesil yaratacağız’ diyen bazı politikacılar var, onlar da ne yaratacaklar, ona da bakacağız. O da bir eğitimdir, sonucu ne olacak, on sene sonra göreceğiz.
ONLAR HACIYATMAZ, ONLARA BİR ŞEY OLMAZ
"Babanız Sabahattin Ali, bizim de çok sevdiğimiz bir yazar. Uğur Mumcu’nun 40’ların Cadı Kazanı adlı kitabında, babanızın yapıtı olan “İçimizdeki Şeytan”ın Prof. Dr. Mükremin Halil, Peyami Safa ve Prof. Dr. Zeki Velidi’yi kastettiği söyleniyor. Siz ne düşünüyorsunuz?" sorusuna şöyle yanıt vermiş Filiz Ali:
Babam o kitabı yazdığı zaman, kitaptaki Nihat karakteri olan Nihal Atsız, “İçimizdeki Şeytanlar” diye bir broşür çıkartıyor. Tamamen hakaretamiz bir broşür. Orada diyor bunu. Babamın buna bir yanıtı yok. Evet veya hayır demiyor. O, Nihal Atsız’ın düşüncesi. Öyledir ya da değildir diye babamdan bir yanıt yok. Benden de yok…
Babam hiçbir partinin üyesi olmadı hayatı boyunca. Hatta babam öldürüldükten sonra şöyle bir laf da edildi: “Sabahattin bir partinin üyesi olsaydı, öldürülmezdi, kurtarılırdı.” Ama babam, Türkiye’de az bulunan entelektüellerden biriydi. Niyazi Berkes’in de, zamanında benim hazırladığım bir kitaptaki anılarında belirttiği gibi, 1940’lı yıllarda Marks’ı, Engels’i ve Lenin’i en iyi bilen ve en iyi yorumlayan kişiydi. Yani babam bir Marksistti, Komünist Parti üyesi değildi. Sosyalist fikirlere inanmış ama demokrasiye de inanmış bir fikir adamıydı.
BABAMI KİMİN ÖLDÜRDÜĞÜ BELLİ DEĞİL
"40’ların Cadı Kazanı’nda şöyle bir iddia daha var: Aslında Sabahattin Ali’nin Kırklareli’nde Ali Ertekin tarafından değil de Milli Emniyet’te sorgulanırken işkencede öldüğü söyleniyor, doğru mudur?"
O da ispatlanmadı. İki söylenti var: Söylentilerden bir tanesi olan Ali Ertekin, “cinayeti üstlendi”. Cinayeti üstlenmek ne anlama geliyor, bilinir… Onun üzerine cinayet davası açıldı, Ali Ertekin idam ile yargılandı. Sonra nedense 4 yıla mahkum oldu… Bir yıl sonra da af çıktı, Ali Ertekin serbest kaldı. Bunları yan yana koyarsanız, aslında durum ortaya çıkıyor.
Kitapta okuduğunuz ikinci söylenti, akla yakın geliyor. Ama onun da bir ispatı yok, belgesi yok. Bilmiyoruz.
"Babanızın öldürülmesinde Atsız ile olan davanın etkisi var mıdır sizce?"
Babamın hayatının birden bire çok değişik bir mecraya girmesine neden olan bu davadır diyebiliriz. Nihal Atsız davasıyla birlikte babam, bodoslama siyasi hayata girdi. Zaten girecekti belki ama çok hızlı bir şekilde girmiş oldu. İşinden edecekti zaten bu onu, işsiz kaldı. Etraftan da güvendiği insanlar tarafından birtakım gazeteler çıkartılmaya başlanmıştı. Bunlardan birisi Esat Adil Müstecaplıoğlu’nun çıkardığı bir gazeteydi. Esat Adil zaten Türkiye Sosyalist Partisi’ni kurmuştu. Babamın çocukluk arkadaşıydı. Sonra kuzeni Mehmet Ali Aybar’la önce Yeni Dünya, sonra Zincirli Hürriyet gazetesini çıkardılar. Fakat bu söylediğim gazeteler ya bir sayı, ya iki sayı çıktı. Sonra hepsinin canına okundu…
Yeni Dünya, afişler hazır ve yazarlar belli ve ilk sayısı çıkmışken gazeteyi basan Tan matbaası paramparça oldu. Sonra İstiklal Caddesi’ndeki gazete bürosuna da gelindi ve büro da paramparça edildi. Bu gazetenin çıkartılması engellendi.
Zincirli Hürriyet de aynı şekilde…acılar var, onlar da ne yaratacaklar, ona da bakacağız. O da bir eğitimdir, sonucu ne olacak, on sene sonra göreceğiz.
BABAMIN EDREMİT'TEKİ EVİ MÜZE OLMALI
Valla şimdi Edremit’te babamın çocukluğunun geçtiği ev hâlâ olduğu gibi duruyor. Ama baktığın zaman da satılmış, perişan, küçücük bir ev. Şimdi Edremit Belediyesi’nin senelerdir orada bir projesi var. Ama sahibini evden çıkartmak gibi bir duruma ben hiçbir zaman karışmak istemem tabii ki. Satın bile alsam. Yaşlı bir kadın oturuyor içinde zaten. Herhalde çocukları almış, anneleri orada tek başına oturuyor. İşte eğer o ev alınırsa, orayı müze yapmayı düşünüyoruz. Bakalım. Ben tabii bir de Türkiye’de hiç güvenemediğim için, yani hiçbir belge saklanmıyor, sen belirli üniversitelere belgeleri verenlere bakıyorsun, bir de Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun bütün belgelerini mesela Murat Belge, Bilgi Üniversitesi’ne vermişti. Sonra Bilgi Üniversitesi el değiştirdi, sonra o belgeler depoya kalktı vesaire. Diyelim ki biz o evi aldık, müzeyi kurduk. Kim bakacak? Belediyeye güvenmek lazım. İnşallah belediyeler sahip çıkarlar. Babamın eşyasıydı, şuydu buydu, çok dağıldı ölümünden bu yana. Bir şey kalmadı ki.
GÖÇEBE TOPLUMUZ ŞEKERİM
Sabahattin Ali deyince gözlüğü, papyonu çok sembolik gelir. Sandıkta var öyle elbisesi, gözlüğü, piposu, kalemi, ufak tefek şeyleri var. Onlar duruyor.
İşte kitapları mesela, kitaplarını değişik kitaplıklara bağışladık. Ama bir tek zannediyorum Koç Üniversitesi kitaplığındaki kitaplar iyi korunuyor. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin Alman Edebiyatı Bölümü’ne bağışladığımız kitapların akıbetinin ne olduğunu bilmiyorum. Avusturya Liseliler Vakfı’na bağışladığımız kitapların akıbetinin ne olduğunu bilmiyorum. Halet Çambel’e babamın ölümünden sonra annemin bağışladığı kitaplar, kendisi ölene kadar o evdeydi. Evdeki tüm eşyaları Boğaziçi Üniversitesi’ne bağışlandı, şimdi ne olduğunu bilmiyorum. Anlatabiliyor muyum?
Göçebe toplumuz şekerim, hiç iz bırakmadan gitmek de var…