Güncelleme Tarihi:
Patti Smith’i önce esaslı bir rockçı olarak tanısa da dünya, ona bu yolu açan aslında şiir, yazmak ve genel anlamıyla edebiyat tutkusudur. Bunu 20’li yaşlarının masalsı yıllarına bir ağıt yakar gibi kaleme aldığı ‘Çoluk Çocuk’ adlı kitabında hem anlatmış, hem de göstermişti. Kökü Stainbeck’e, ama en çok da Woody Guthrie gibi gezgin ozan edebiyatına dayalı bir anlatımla, “yazarlık”ta da çok iyi olduğunu ortaya koymuştu. Patti Smith yeni kitabı ‘M Treni’nde yine nasıl iyi bir anlatıcı olduğunu gösteriyor. Şikago’dan büyük şehre, New York’a gelip, orada tanıştığı ölümsüz dostu Robert Mappletporpe ile yaşadıklarını anlattığı ‘Çoluk Çocuk’un bir nevi devamı ‘M Treni’. Üsletik bu kez, “yolda” Patti Smith. Tıpkı hayranı olduğu Beat kuşağı yazarları gibi. Bir dönem beraber müzik de yaptıkları kocası Fred Sonic Smith ile evlenip çıktıkları sıra dışı balayı seyahatiyle başlıyor hikâye. Sıra dışı, çünkü Fransız Guyanası’na, Jean Genet’nin tutuklu yattığı cezaevinin kalıntılarına gidiyorlar. Ondan sonra kitap boyunca bir yazar peşinde gittiği şehirleri, onların dirsek çürüttükleri, sızdıkları, yazdıkları veya sadece oturdukları kafeleri ve yolda yaşadıklarını anlatıyor... “Genç” bir yazar olarak, ömrü boyunca okuduğu adları anlatıyor. Domingo kitap etiketiyle, 34’üncü TÜYAP Kİtap Fuarı’nda okurla buluşacak kitaptan bazı bölümleri sizin için seçtik...
Hiçlik hakkında yazmak
Tepede dört tavan pervanesi dönüyor. Café’Ino Meksikalı aşçı ve bana her zamanki siparişim olan kızarmış esmer ekmek, zeytinyağı ve sade kahve getiren Zak adındaki çocuk dışında boş. Paltomu ve beremi çıkarmadan köşeme kuruluyorum. Saat sabahın dokuzu. İlk müşteri benim. Şehir uyanırken Bedford Sokağı. Kahve makinesi ve ön cepheye bakan pencereyle çevrelenen masam bana bir tür mahremiyet sunuyor; kendi kabuğuma çekiliyorum. Sonbahar sonu. Küçük kafenin içi serin. Öyleyse pervaneler neden çalışıyor? Belki onlara yeterince uzun süre bakarsam zihnim de dönmeye başlar.
Hiçlik hakkında yazmak o kadar da kolay değildir.
Jean Genet’nin peşinde
Olası tek rota bir ticari uçakla Miami’ye gitmek, oradan yerel bir havayolu şirketiyle Barbados, Granada ve Haiti’ye uçup nihayetinde Surinam’da inmekti. Başkentin dışında yer alan bir nehir kasabasına ulaşmanın ve bir kez oraya vardıktan sonra kiralık tekneyle Maroni Nehri’ni geçip Fransız Guyanası’na varmanın bir yolunu bulmamız gerekiyordu. Gece geç saatlere kadar seyahat rotamızı planladık. Fred haritalar, safari kıyafetleri, seyahat çeki ve bir pusula satın aldı; uzun, mısır püskülü saçlarını kesti ve bir Fransızca sözlük edindi. Aklı bir düşünceye yattığında geriye kalan her şeye de farklı bir gözle bakmaya başlıyor, her ayrıntıyı hesaba katıyordu. Yine de Genet’yi okumadı. O işi bana bıraktı.
“Bir üstat”
—Bir fikrim var, dedim. Benimle Pasternak Café’ye gelsene. Mihail Bulgakov’un fotoğrafının tam altında yer alan en sevdiğim masama oturabiliriz. Sonra da sana neler söylemiş olabileceğimi anlatırım ve sen de onları yazarsın.
—Bulgakov! Şahane! Votkalar benden.
—Biliyor musun, dedi, bir şövale üzerine yerleştirilmiş olan büyük bir Wegener fotoğrafının önünde durarak, bu iki adam arasında bir benzerlik var.
—Bulgakov biraz daha yakışıklı sanki.
—Ne büyük bir yazar ama!
—Bir üstat.
—Evet, bir üstat.
İmalarla dolu servis tabağı
After Nature’ı rafa, dünyanın sayısız kapısının arasına güvenli bir şekilde geri koyuyorum. Söz konusu kapılar, genellikle hiçbir açıklama barındırmadan, bu sayfalarda süzülüyorlar. Yazarlar ve yazma süreçleri. Yazarlar ve kitapları. Okurun hepsine aşina olduğunu varsayamam elbette, hem okur bana aşina mı ki? Okurun böyle bir arzusu var mı acaba? Dünyamı imalarla dolu bir servis tabağında sunarken, sadece umut edebilirim öyle olduğunu. Tolstoy’un evindeki içi doldurulmuş ayının tuttuğuna benzer, kötü şöhretli ve sıradan ziyaretçilerin isimleriyle, sayısız küçük kartvizitle dolu, oval bir tabak.
Kahlo’nun evinde
Bir mektup geldi. Frida Kahlo’nun evi ve ebedi istirahatgâhı olan Mavi Ev’in müdürü, sanatçının devrimci hayatı ve eserlerinden bahseden bir konuşma yapmamı rica ediyordu. Karşılığında eşyalarının, hayatındaki tılsımlı şeylerin fotoğraflarını çekme iznim olacaktı. (...)
Her ne kadar Mavi Ev artık bir müze olsa da, hâlâ iki büyük sanatçının içinde yaşadığı atmosferi koruyor. Çalışma odası benim için hazırlanmıştı. Frida Kahlo’nun elbiseleri ve deri korseleri beyaz bir kumaşın üzerine serilmişti. İlaç şişeleri bir masadaydı, koltuk değnekleri duvara dayalı duruyordu. Birden kendimi kötü hissettim, midem bulandı ama yine de birkaç fotoğraf çekebildim. Az ışıkta çabucak bir iki poz çekip açılmamış Polaroid’leri cebime atıverdim.
Nasıl hissediyorsunuz? “Boş!”
Paul Bowles, bir keresinde, Tanca geçmişle geleceğin iç içe geçtiği ve aynı anda var olduğu bir yerdir, demişti. O şehrin kumaşında bir şey var; insanda şüpheyle karışık samimiyet hissi uyandıran bir doku. Tanca’nın bir bölümünü ilkin onun eserleri, ardından da gözleri aracılığıyla gördüm.
Bowles’la ilk tanıştırılmam 1967 yazında tesadüfen oldu. (...) Otuz yıl sonra, 1997’de, Vogue Almanya benden kendisiyle Tanca’da röportaj yapmamı istedi. Karışık duygular içindeydim; bana hasta olduğu söylenmişti. Fakat röportajı seve seve kabul ettiği ve ona rahatsızlık vermeyeceğim konusunda temin edildim. Bowles, sadece meskenlerin olduğu sessiz bir sokakta, ellilerin modern ve basit bir binasındaki üç odalı bir dairede oturuyordu. Antrede pek çok seyahate götürülmüş upuzun bir sandık ve bavul yığınından bir sütun vardı. Duvarlarla koridorlara sıra sıra kitap dizilmişti; bildiğim ve keşke
bilseydim dediğim kitaplar.
Bu tuhaf atmosferde zarif bir konum alabilme çabasıyla çömeldim. Ruhu her şeye sinmiş gibi gözüken merhum eşi Jane’den söz ettik. Orada oturup saç örgülerimle oynayarak aşktan bahsettim. Beni gerçekten dinleyip dinlemediğinden emin değildim.
—Yazıyor musunuz? diye sordum.
Hayır, artık yazmıyordu.
—Şimdi nasıl hissediyorsunuz? diye sordum.
—Boş, diye yanıtladı.