Güncelleme Tarihi:
Yaklaşık 50 yıllık sanat hayatında Dormen Tiyatrosu, Çevre Tiyatrosu ve Devekuşu Kabare gibi birçok tiyatro topluluğuyla sayısız oyun oynayan ve nice ödüller kazanan Nevra Serezli, 11 yıl sonra Tiyatrokare ile sahneye çıktığı "Ağaçlar Ayakta Ölür" oyununun provaları sonrasında soruları yanıtladı.
Öncelikli olarak, Amerikan Kız Koleji mezunusunuz. Nevra Şirvan'ın tüm ülkenin tanıdığı Nevra Serezli olma yolculuğundan bahsedebilir miyiz? İlk tiyatroya başlangıcınız, ilk oyununuz neydi?
"Bebek İlkokulu’nda başladım. Okulun 5'inci sınıf müsamereleri vardı. İlk orada kendimi sahnenin üzerinde buldum. 'Santa Lucia' diye bir şarkı vardı. Mandolinle onu çalıp söylemiştim. Sonra da kelebek olmuştum. Hatta annem yapmıştı kostümümü. Böylece sahne ışıklarına girmiş oldum."
Kaç yaşındaydınız?
"İşte 5'inci sınıf, müsamere olurdu ya eskiden bitirirken. Sonra Amerikan Kız Kolejini kazandım. Oraya ilk başladığım yıllarda da hemen İngilizceyi daha iyi öğrenebilmek için çalışmalar yapılırdı. Ufak ufak piyeslerden sahneler oynanırdı. İngilizce hocam beni de seçmişti. Ben orada bir iki sahnelik role çıktım ve çok mutlu olduğumu hissettim o an. Hep bir şeyler oynadım okul sırasında. Sonra 1962 yılında bir burs programıyla Amerika'ya gittim. Kaliforniya'da bir ailenin yanında bir sene kaldım. Orada da tiyatro ve modern dans derslerine devam ettim. Onun yıl sonu piyesinde rol aldım. Orada da çok iyi kritikler aldım."
Amerika’da da sahne ışıklarının altındaydınız, harika…
"Evet, evet. Hatta tiyatro hocam sınıfta beni parmakla gösterip, 'Baksanıza, bir Türk kızı burada İngilizce oynuyor. Şaşırmıyor musunuz? Bu ne başarı, bu ne başarı!' diye benden övgüyle bahsetmişti. Çok hoşuma gitmişti, çok gurur duymuştum. Sonra dönüp tekrar kolejin 3 senesini daha okudum. Oradan mezun olurken 'My Fair Lady' müzikalinde rol aldım. O benim ilk sükse yaptığım ve herkese duyurulduğum bir piyes oldu. Hala daha kolejdeki arkadaşlarım, 1965 mezunuyum, 'Senin My Fair Lady'ini unutamıyoruz.' der. Cockney (Kokni) aksanı öğrenmiştim. Kokni ve İngilizce şarkıları söylüyordum tek bir piyanoyla. Müthiş bir çalışmaydı. Yıllar yıllar boyu onu hep profesyonel hayatta da daha yaşım müsaitken oynamak istemiştim. Bir türlü özel tiyatroda onu gerçekleştiremedim. Çok severek oynadığım bir roldür ve bana çok yakışan bir roldü. Bir kadın yarattım yani Türkiye’de oynanan adıyla. Sonra burs almak istedim Amerika’dan, alamadım tiyatro okumak için. Hani derler ye 'Hayatta pişmanlıklarınız var mı?' diye. Evet, benim pişmanlığım o sırada cesaret edip, akıl edip -diğer branşlarda burs alıyordum çünkü yüksek mezuniyet notum vardı- başka, mesela psikoloji, İngilizce falan gibi bir bölüm yazıp sonra oradan tiyatroya geçmek gibi bir durum yapabilirdim. Nasıl bunu beceremedim? Nasıl akıl etmedim? Nasıl korkak davrandım? Hep ona üzülürüm, onu yapamadım diye ama ne oldu? Dormen Tiyatrosu’yla tanıştım, Dormen'de profesyonel oldum ve ne oldu? Metin’i (Serezli) tanıdım, Metin'e aşık oldum, Metin'le evlendim, iki çocuğum doğdu. Şimdi düşünüyorum Amerika’ya gitmiş olsaydım ne olurdu hayatım? Ne biçim bir şey olurdu? Yani, Metin’i, Murat’ı ve Selim’i başka birileri olarak Tom and Jack diye düşünemiyorum yani. Onun için iyi ki de burs almamışım diyelim."
Evet, güzel bir kader olmuş hayatınızın akışında… Bugüne kadar Dormen, Çevre Tiyatrosu, Devekuşu Kabare'de ve İstanbul'da bir sürü oyunda oynadınız. 50'nin üzerinde oyun sanırım. Bir sürü müzikalde rol aldınız. Nice ödüller kazandınız. Neler söyleyeceksiniz bu başarılı geçmiş için?
"Yani başarılı geçmişim diye baktığım zaman insanların sokakta yürürken bana çok saygıyla yaklaşmaları, beni çok severek kucaklamaları, başarı bu. Nevra olarak, Nevra Serezli olarak, bir kadın olarak sana yaklaşıyor ve sarılıyor. Belki 4-5 tane de piyesini hatırlıyor. Ama gözlerinde bana olan sevgilerini ve saygılarını görüyorum. Yani onlar '5'inci ödülün şuydu, 10'uncu ödülün buydu' diye hatırlamıyor. Ödüller işte var, yukarısı da dolu. Hani herkes der ya 'Bu benim 6'ncı ödülüm!' Benim de kaçıncı ödülüm, saymadım bile. Çünkü benim için o an, o ödül verilen yer, orada yaptığın iki cümlelik konuşma önemli. Eve geldiğin zaman onu ailenle, sevdiğinle, aşkınla paylaşmak önemli. Ondan sonrası onlar büfe üzerinde duran değerler olarak kalıyor. Mühim olan senin yaşantında nasıl bir ödül aldığın? Çocuklarından, arkadaşlarından, kendi okul yıllarındaki arkadaşlıklarından ve normal sokaktaki halktan... Sokaktaki halk benim için çok önemli. Onlar benim ailem gibi çünkü. Onlar bunca yıl hep saygıyla yaklaştı. Değerli gazeteci arkadaşlarım da hep öyle yaklaştı. Hiçbir zaman ben hiç birinden bir terbiyesizlik, bir kötü söz ya da benim beğenmediğim bir haberin yazılmasını hiç görmedim, hiç duymadım. Hadi şimdi yaşıma hürmet edebilirler ama gençlik yıllarımda da görmedim. Onlar da insanlara nasıl davranacağını pekala biliyor. Genç gazetecilerimizin çoğu zaten elimizde büyüdü şu anda. Yaşıtlarım var yani. Dormen'e ilk girdiğim yılda kulise girip röportaj yapmış insanlar şimdi gazetelerin belli başlı köşelerinde çok büyük gazeteci olarak duruyorlar. Birlikte büyüdük. O yüzden onlara da çok değer veririm. Ben şeye inanırım, iyi bir sanatçı olmak, bir önder ya da bir rol model olmak önemlidir. Yani 'Ben sanatçıyım, deli dolu taraflarım vardır, istediğim gibi yaşarım, bu da benim özgürlüğümdür.' tavrına inanmam. Sen madem ki bundan ekmek paranı kazanıyorsun, bu yüzden sokakta yürürken seninle gelip resim çekiyorlar, seni bir yere koyuyorlar, sen hareketlerine dikkat etmek zorundasın! Bu yüzden de 50 senedir hayatıma dikkat ettim, duruşuma dikkat ettim. Bir yerde bir kötü söz bile çıkmasın ağzımdan, biri duyar da 'Ayıp Nevra Hanım bu lafı nasıl ettiniz?' der diye. Bu İstanbul'un trafiğinde bile dikkatli araba kullanıyorum. Bazen deliriyorum ama hiçbir şey söylemiyorum, korna bile çalmıyorum. Biri dönüp de 'Niye çalıyorsunuz? Bu bir terbiyesizlik.' demesin diye. O kadar yaşantıma ve hareketlerime dikkat ediyorum. Ömrüm boyunca otokontrollü oldum. Bu yaşımda da hala öyle devam ediyorum."
"O konuda iddialıyım, benim oyunum tutmalı ve seyirci gelmeli"
Sizin karakter, kişilik özelliğiniz de böyle olmalı tabii ki... Bir de Metin beyle mutlu, saygı dolu bir evlilik sürdürdünüz, bunlar da önemli faktör olmalı?
"Çok, çok! İki kişi birbirini bulmuş, iki kişi aynı kafada. Sen bana, 'Nasıl bu gücü buldunuz?' Hiç güç müç de bulmadık, aramadık. Normal suyun akışına gitti her şey. Bu davranışlarım da normal. Ben böylesini biliyorum. Çünkü annemden, babamdan, aile çevremden de bu şekilde yetiştirildim. Saygı çok önemli. Küçücük torununa bile saygı göstereceksin. Onun bir kişiliği var. Herkesi bir kişilik, bir bütün, Allah’ın yarattığı bir değer olarak görmen lazım. Öyle davranman lazım. Bu devirde biraz sinirini tutmak, biraz kontrol etmek hareketlerini zor olabiliyor. Ben de zorluklar yaşıyorum tabii ki. Birdenbire kendim aklıma gelince, 'Madem ki Nevra Serezli olarak yolda yürürken insanlar sana selam veriyor, sen de dikkat etmek zorundasın hareketlerine.' diyorum."
Tiyatroya 11 yıl ara verdikten sonra 'Ağaçlar Ayakta Ölür' oyunuyla geri döndünüz ve ilk gecenizde dakikalarca ayakta alkışlandınız. Ne kadar güzel duygudur bu kim bilir?
"Çok kötü oldum. Hareket edemedim, lafa giremedim. Bu kadarını beklemiyordum. Tabii sokaktaki halk, 'Sizi göremiyoruz Nevra hanım.' diyorlardı ama bu kadarını beklemiyordum. Sanki o alkış bana aileni kaybedersin de sonra bulursun da öyle bir sevgi alkışı ki o, o yüzden çok duygulandım. Ondan sonraki lafları valla nasıl söyledim? İlk 10 dakika kendimi toparlayamadım. Bir de duygulu bir bitişi var, finalde halkın yine ayağa kalkması, ayakta alkışlaması. Biz sanatçılar, biz tiyatrocular bunun için yaşıyoruz galiba ya... O son bitiş ve ondan sonraki 10 dakika için 50 seneni veriyorsun. Duygulandın, sen duygulandın gözlerin doldu. Düşün ben nasıl duygulanmayayım?"
Evet, evet. Oyunun yönetmeni Nedim Saban 20 yıl içinde 20 farklı oyunla gelmiş size ve hiçbir oyuna 'evet' dememişsiniz ve 20 yıl sonra bu oyuna 'evet' demişsiniz...
"Evet, çok. Nedim'le de tanıştık, 'Nevra abla ne zaman oynayacaksın benim tiyatromda?' dedi. O baştan var. Beni kandıramadı, Metin'i kandırdı, Metinciğimle oynadı birkaç piyes. Seçmeme, beğenmeme nedenim kendi kriterlerime uymayan bir takım şeyler oluyordu. Ben hep şunu söylemiştim, 'Başrol diye rol arama bana. İyi bir piyes bul. Ben orada olması önemli olan bir karakteri de oynarım. İlle benim üstüme, benim üstüme diye düşünme Nedim. Yeter ki piyes iyi olsun, bir anlamı olsun ve ben o oyunu oynamak, tiyatroya gitmek için can atayım.' Yolluyor olmuyor, birisi fazla komedi oluyor, birisi fazla dram oluyor. Bir de ben piyesi tutturmak isterim. Ona da bakarım. Benim bütün oyunlarım hep tuttu. Benim 5 sezon 'Çılgın Sonbahar' oyunum var. Onun için ben o konuda iddialıyım, benim oyunum tutmalı ve seyirci gelmeli. Kendi tiyatrom olmamasına rağmen tiyatroya para kazandırmalı. Okurken o yönden de okuyorum. 'Bu tutar mı? Bu iş yapar mı? Bu niye tutmaz? Bu niye tutar?' Biraz da hislerime güvenirim. Bunu okuduğum anda hislerime güvendim. 'Bu oyun tutacak.' dedim. Çünkü bu oyunda insanları kalbinden vuran bir taraf var. Çok empati yapmaya açık bir oyun. Herkesin ailesi, torun sevgisi, büyük dedesi, nenesi, bütün bu oluşumlar var. İspanyol bir yazar 1950’lerde yazmış, 2020'de oynuyoruz. İnsan duyguları, değerleri hiç değişmemiş. Klasikleşmiş. Buna klasikleşmiş deniliyor. Yani klasik oyunlarda da öyledir. Shakespeare'in zamanı, 2020'de de aynı konuyu tartışırsın gibi. Klasik o demek zaten, eskimeyen, hep aynı kalan. Büyük değerler yazdıkları için öyle oluyor. Yoksa günlük şeyleri yazmak kolay. Önümüzdeki sene eskimiş olur öyle şeyler. Bunu bulunca, bravo Nedim’e nasıl aklına geldi bilmiyorum. Okudum, telefon ettim, 'Bunu yapabiliriz bu kış.' dedim. Havalara uçtu.Böylece başladı serüvenimiz. Harika bir ekip kurdu. Gerçekten 10 numara bir iş çıkarttı Nedim."
"Acı deneyimler, travmalar yaşadık"
Bu yıllar içinde eminiz ki başka tiyatrolardan da teklifler almışsınızdır. Hiç mi içinize sinen rol olmamıştı? 11 yıl uzun bir zaman çünkü?
"Gerçekten olmadı. Başucumda bir sürü tekstler duruyor. Size biraz komikliğini anlatayım. Genelde Bodrum’a gidince bu telefonlar gelir. Hakan Altıner’ler, Bora Severcan’lar, Nedim Saban, Tiyatro İstanbul ve bütün beni tanıyan, seven insanlardan. 'Nevra abla oyun yapmayı düşünüyor musun?' Tabii, düşünüyorum, bulun oyun oynayayım.' diyorum. 'Yarın kargo şirketine veriyoruz, oyun geliyor.' diyorlar. Ben nasıl heyecanlanıyorum, düşünebiliyor musun? Gelecek, okuyacağım ve belki de hayatım değişecek. Şimdi benimle birlikte yaşayan, bana yardım eden, benim yalnızlığımı yok eden onlara (yardımcılara) 'Ben denize gideceğim, kargo gelirse lütfen kapıdan teksti al, başucuma koy, gelince okurum.' diyorum. Akşam da okumam, zihnim açık olsun sabah uyanırım, kahvaltımı ederim, kahvemi söylerim, balkona geçerim. Şimdi başlarım birinci sayfadan. Kızlar bana girip çıkarken bakıyorlar, sonra anlatıyorlar, 'Önce birinci sayfadan başlıyorsun Nevra abla. Kahveden bir yudum alıyorsun, okuyor, okuyorsun. Ortalarına doğru senin suratın çöküyor, kahveyi şöyle elinle itip, teksti kapatıyorsun. Anlıyorsun ki sen teksti beğenmiyorsun.' diyorlar. 'Sonra ben nasıl telefon edip reddedeceğim?' diyorum. Biliyor musun ki telefon etmeden önce 5-10 dakika prova yapıyorum kendi kendime. Kırmadan, nasıl yuvarlatarak lafları reddedeyim diye. Çok zor, çok hevesle yollamış oluyorlar. Bazılarında haksız çıkabilirim ama hep şunu diyorum; 'Bana uymadı, siz oynayabilirsiniz, benlik değil, beni çağırırsanız ilk gece birinci sıradan gelip izlerim.' diye reddedişim oluyordu. O yüzden Nedim de içinden, 'Şimdi Nevra abla beni karşısına alacak, bak Nedim'ciğim seni çok severim, tiyatronu da severim. Ama başka bir seneye.' diyeceğim diye hazırlıklı bekliyormuş. 'Hadi, uzat elini anlaşalım, oynayacağım.' deyince çok mutlu oldu, gözleri doldu. 'Yıllardır hayalimdir.' dedi ve de 'yukarısı' bize bugünleri gösterdi. Çünkü her şey çok denk düştü. Bu kadar içime sinen prodüksiyon ve reji oldu. Her şeyiyle dört dörtlük bir iş yaptı Nedim. Kendisine teşekkür ediyorum bu kadar iyi bir patron olduğu için."
Sizden önce bu rolü çok iyi isimler oynamış. Macide Tanır tiyatroda, Yıldız Kenter sinemada, Çolpan İlhan televizyonda oynamış. Onları izlemiş miydiniz?
"Evet, tabii. Hiç birini, tesadüfen izlememişim. Yoksa en sevdiğim insanlar. Macide hanım Ankara’da oynuyordu, ben kolejde daha okuyordum. 1965 yılıydı, göremedim. Sonra denk düşüp de filme ve diziye rastlayamadım. İstesem tabii ki filmi bulurdum, seyrederdim. Seyretmek istemedim, 'Çok etkisinde kalırım, bazı yerlerini belki kopya oynamak isterim, bana yakışmaz, etkilenirim. Kendi hayal dünyamda kadını yaratıp oynayayım.' dedim. Şimdi seyredebilirim, artık rolü çıkardım şimdi."
Biraz önce bahsettiğiniz gibi klasikler ve duygular hiçbir zaman geçmiyor. Yani Shakespeare’dan bahsetmiştiniz, bugün de oynandığında aynı duyguyu seyirciye verebiliyor dediniz. Oyuncu olarak profesyonelliğinizin yanı sıra kendi hayat deneyiminizden de faydalanıyor musunuz? Şimdi Allah bağışlasın 2 torununuz var. Babaannesiniz aynı zamanda.
"Dört. Küçük oğlumdan da bir kız bir oğlan, 4 torunum var. Nasıl faydalanmam? Aslında zaten oynarken muhakkak kendi tecrübelerinden, duyduklarından, okuduklarından, etkilendiklerinden tabii ki faydalanırsın. Zaten oyunculuk gözlem sanatı. Muhakkak antenlerinin hep açık olması lazım. Bu bizim meslekte bir deformasyon haline geliyor. Kimi görürsen gör ona bir tipleme olarak bakmaya başlıyorsun. Bazen de rahatsız edici oluyorsun. Çünkü böyle inceliyorsun devamlı enteresan bir tip gördüğün zaman. Bazen de o kadar enteresan tiplerle karşılaşıyorsun ki onu sahnede oynasan 'abartıyorsun' denir ama o tip karşında! Bir otobüste, bir sinemada, bir galada. Ben çaktırmadan gözümü diker bakarım. Sadece kadına bakmam, erkeğine de bakarım. Enteresan bir el hareketi vardır onu beynime hemen kaydedip 'Bir gün kullanılır bu ya' derim. Çünkü sen insanla, yaşayanla ilgilisin. Tiyatro yaşayan bir şey. Mesela belli zamanlarda kötü bir durumda herkesin reaksiyonunun nasıl farklılık gösterdiğine bakmak hoşuma gider. Bir kavgaya bakış açısı, yerde ölmüş bir kedi yavrusuna bakış açısı, güzel bir kadına bakışı ve yahut serseri bir adamın geçişi… Yani bu nasıl reaksiyon gösterir? Ben olsaydım nasıl gösterirdim? Sonra oturup evde ben Nevra olarak nasıl gösteririm? Tabii ki acı deneyimler, travmalar yaşadık. Ama aslında onları belki de çok fazla kullanmamak lazım. Başka bir bakış açısından kullanmak lazım. Ben öyle kullanmaya çalışıyorum. Yoksa kendi deneyimimden kullansam o belki de biraz yorucu olabilir. Biraz ondan kaçınıyorum açıkçası. Hepimizin aileleri var, anne-babası var, erken kaybettiklerim var, akrabalarım var, çağın meşhur hastalığından geçirmiş ve onlarla bunları yaşamışlıkların var. Hep bunlarla doluyorsun, doluyorsun ve bazen bir yerlerinden o duygular çıkabiliyor, bazen de başkasının hayatının üzerinden onu kullanabiliyorsun. Onu senin ruhun ve kafan biliyor. Karşındaki çok bilmeyebiliyor, kimden esinlendin, kimi buldun? Kimden yarattın? Çok keyifli meslek canım."
Sanırım oyuncularda bu daha fazla. Kayıt ediyorsunuz?
Tabii, tabii kayıt etmek ve anteninin açık olması. Hep bir farkındalık ve empati muhakkak olacak. Dış yapım filmleri, televizyon olaylarını takip etmek, imkanın varsa gidebiliyorsan yurt dışında tiyatroları seyretmek çok çok faydalı. Hele yeni yetişen gençler, 'Nevra abla biz oyuncu olmak istiyoruz. Ne yapabiliriz?'... Ya bir kere devamlı tiyatroya gidin seyredin. İyi veya kötü. Kötüsünü de seyredin, neden kötü olduğunu görün. Okuyun, çok şey seyredin. Konuşun. Mümkünse bir tiyatrocuya rastlarsanız konuşun. Derdinizi anlatın. Biz her zaman emrinize amadeyiz. Ben bayılırım gençler gelsin benimle konuşsun."
Uluslararası projelerde yer alma düşünceniz olmuş muydu hiç? Siz İlk Amerika’da sahneye çıktınız aslında ama..?
"İngiltere'de çıktım 2 kere. Haldun'un (Dormen) 'İstanbul Masalı'yla gittik Erol Günaydın ile... Sonra da Necati Cumalı'nın 'Nalınlar' piyesiyle İngiltere'ye gittik. Göksel Kortay, Yıldız Kenter, Nüvit Özdoğru, Kerem Yılmazer, Haldun Dormen gidip İngilizce şakır şakır oynadık. Büyük reaksiyon aldık ve İngiltere’de turne yaptık. Otobüsle şehir şehir 'Nalınlar'ı oynadık. Olağanüstü reaksiyon aldık. Yani ben İngiltere'de, İngiltere tiyatrosunda, güzel salonlarında İngilizce oynamış biriyim. Gazete kupürleri hala duruyor, 'The Turkish Clogs' diye. Hepimizin resmi vardır. Haldun kitabında bu resmi kullandı, müthiş bir ekiple gittik. Gelen seyirci inanamadı, 'Nasıl bu kadar mükemmel İngilizce oynuyorsunuz? Hiçbir kelimesini kaçırmadan biz seyredebiliyoruz ve oyunu anlayabiliyoruz.' dedi. Hayatımın en güzel devrelerinden biridir. Çok gurur duyduğum bir şeydir. Sonra tekrar Haldun Londra’ya müzikalleri götürdü bu sefer. O ekip de harikaydı. Halit Ergenç, Ruhsar Öcal, Ayşegül Aldinç, Erol Evgin yine Haldun ve ben. Gittik Türkiye’deki müzikal tarihini anlattık. Ben İngilizce, Haldun Türkçe anlatıyordu. İşte Erol çıkıyordu o şarkıyı söylüyordu, Ayşegül başka şarkıyı söylüyordu. Ruhsar başka bir şey yapıyordu. Müthiş bir sükseydi. Onu da Türk ve Kıbrıs Türkleri ayarlamıştı orada. Gittik, oynadık, oynadık, oynadık. Yaaa!"
Harikasınız. Türk sineması ve Türk tiyatrosunun dünyaya göre hangi noktada olduğunu düşünüyorsunuz bugün?
Tabii tiyatro lisan açısından çok fazla bir yere gelemez. Çünkü Türkçe oynuyorsun. Ancak dışarı gidenler de oradaki Türklere oynuyor. Ama İngilizce olabilseydik Türk tiyatrosunun hiç aşağı kalır bir yanı yok. Hele oyunculuk açısından hiç yok. Dünya ile boy ölçüşür diye düşünüyorum. Bütün oyuncularımız için aynı şeyi söyleyebilirim. Televizyonda yavaş yavaş ilerleme, iyi prodüksiyonlar, iyi rejiler, iyi senaryolar çıkmaya başlıyor. Sinemamızı çok beğeniyorum. Arada biraz hafife kaçan komedi filmler olmasına rağmen, çok kaliteli eserler, başta Nuri Bilge Ceylan olmak üzere çok güzel Türk filmleri de çekiliyor. Hatta yurt dışında da birçok filmimiz ödül alıyor. İyi yerdeyiz yani, iyiyiz."
"Defne Joy Foster'in ölümüyle uzun süre bütün ekip kendimize gelemedik"
Bir proje var mı yer alacağınız yakınlarda?
"Vallahi şu anda bir Anadolu turnemiz var oyunumuzla. Şubat-mart hiç burada yokum gibi bir şey. Belki yaza doğru 'Sihirli Annem'in filmi çekilecek. Bu sene çekilecekti ama sinema salonları yüzünden birtakım aksilikler oldu. Nisan-mayıs ayına ertelendi. O da beni çok heyecanlandırıyor. Yaşlanmış 'Dudu Peri' olarak 'Sihirli Annem'e geri dönebilirim. Çocuklar hala beni, ne çocuğu, 40 yaşına gelmişler beni artık karşılayıp 'Dudu Peri' olarak tanıyor. Onu da kaç senedir seyrediyorlar beni yani. Büyüdüler hepsi tabii. O yaşta beni seyredenler kocaman adam oldular şimdi."
Gerçekten tutan bir proje oldu Sihirli Annem ve çok da güzel bir ekiple.
..Ve aynı ekip, hiç değişmemiş Defne Joy Foster hariç."
Evet onu da sormak istiyorum. Gencecik bir kadın gitti. Ne anılarınız vardır. Ölümü de bir muamma olarak kaldı. Sonuçlanmadı galiba?
"Ah canım bir tanem, ahh! Çok anılar. Kaç sene. Evet o çok üzücü bir olay oldu. Bilmiyorum, sonuçlansa ne olur sonuçlanmasa ne olur? Gitti gider. Uzun süre bütün ekip kendimize gelemedik açıkçası. Hiç inanamadık. Neşe kaynağımızdı o bizim, bir taneciğim. Çok, çok üzücü bir olay."
"Annelik dünyada en sevdiğim şeylerden biriydi çocuklarımı doğurduğum zaman"
Babaannelik nedir sizin için? Bunun devamında şunu da sormak isterim kadın olmak, eş olmak, anne olmak, sanatçı olmak nasıl süreçlerdir sizin için hayatınıza evrilen?
"Kadın olmak güzel. Ben kadın olmayı çok seviyorum. O bir kere öyle. Önce tabii genç kızlığını yaşıyorsun, hayallerin var, 'Aşık olacağım adamı bulur muyum?' diyorsun. Aaa ben şanslıyım! Aşık olacak adamı buldum. Sonra 'Çocuğum olsun, olur mu çocuğum olmaz mı?' diyorsun, aaa! Çocuğun oluyor. 'Ay iki çocuk da iyi olur.' diyorsun, aaa! İkinci çocuğun oluyor. 'Çocuklarım evlensin' diyorsun, çocukların evleniyor. 'Torun, torun, torun...' diyorsun, torunların oluyor. 'Tiyatromu da yapabileyim, mesleğimi de...' diyorsun, mesleğini de yapıyorsun. Şöyle bir geneline baktığın zaman çok şanslı bir insanım. Tabii ki hayatımda üzüntüler oldu ama gene de Allah’a şükrederim. Şanslı doğmuşum, bir yetenekle doğmuşum ama ben de çok çalışmışım üzerine. Çok emek vermişim, emek vermeden elde edilemez hiçbir şey. O kadar kolay değil hayat. Annelik dünyada en sevdiğim şeylerden biriydi çocuklarımı doğurduğum zaman. Yani tiyatrom ve o kadar turnem olmasa 4-5 çocuğum olurdu herhalde. O kadar sevdim. Hamile kalmayı, çocuk doğurmayı, onlarla haşır neşir olmayı sevdim. Annem çok yardımcı oldu. 3-4 derken annem ‘Benden bu kadar, yetti, ben artık yokum!’ dedi. O yüzden olmadı. Çünkü bırakıp bırakıp turneye gitmek zorunda kalıyordum. Sonra, torun başka bir şey. Torun, aslında bu işin tadı tuzu gibi oluyor. Çünkü düşünebiliyor musun, hiç bir şekilde mesuliyeti almıyorsun, sadece seviyorsun, kendini eğlendiriyorsun. İşin zor tarafını anne ile baba yapıyor. Sana da 'Bugün bana gelirler mi? Onlara ne pişireyim?' keyfi kalıyor. Sen onlara hep güzel bir şeyler verdiğin için torunlar tarafından da çok seviliyorsun. Yani aramızda sırlar oluyor arada bir. Ama benimkiler biraz fazla doğrucu Davut. Ben neyi söylesem, ‘Sakın bunu söylemeyin, aramızda kalsın.’ der demez ilk 5 dakikada hepsini söylüyorlar ve sır taşımıyorlar."
Hisseli Harikalar Kumpanyası döneminde 2 ay boyunca Anadolu’da turnedeymişsiniz ve oyun dışında otelden dışarı adım atmadan ve çocuklarınız göremeden bir hayat yaşamışsınız o dönem, öyle mi?
Evet hiç unutmuyorum. Çıkamıyorduk, çocukları göremiyordum. Hepimiz şey olduk, dur, ne deniyordu ona? Çok çalışınca, bilmem ne sendromu? Tükenmişlik Sendromu! O devirde de 'sürmenaj oldu' denirdi."
Siz, Adile Naşit, Ayşen Gruda... Tükenmişlik sendromuna yakalandınız öyle mi?
"Adile Naşit, Ayşen Gruda, Zerrin Sümer. Biz hepimiz, son günlerin deyimiyle 'tükenmişlik sendromu' olduk. Çünkü 56 gün, her gün oyun. Her gece oyun, cumartesi-pazar matine-suare. Acayip dolu, bırakıp İstanbul’a dönemiyoruz. Çok keyifli bir ekip. Erol Evgin, Mehmet Ali Erbil ve bütün diğer sanatçılar. O kadar güzel bir ekiptik ki... Ama çok yorucuydu ailelerden uzak kalmak. Şimdiki turneler öyle değil tabii. 56 gün bir yerde oynamak ne demek! Bir gece, gece gidiyorsun, dolaşıyorsun. Ya o günlere dönersek anlatacak acayip fazla anı var, yol hikayeleri var. Kitap olur, dizi olur, her şey olur. 'Yol Arkadaşım' diye filmler var ya, işte bizim ekibi de yol arkadaşım diye yazabiliriz. İlk yıllarını, o 1970'lerin turnelerini Dormen Tiyatrosu ile gidişleri... Sokağın arkasına minibüs gelir, yarısına dekor yüklenir, yarısına biz otururuz çantalarımız ayağımızın altında. Başlarız, en yakın şehirde inip, otele yerleşip, makyajını yapıp, salona gidip oyununu oynamak, gece bir lokma yemek yiyip, yatmak, ertesi sabah öbür şehre gitmek... Böyle turneler olurdu. Şimdi yollar güzel, oteller güzel. O devirlerde nerelerde kaldık, ne otellerde ne maceralar yaşadık. Yani bir yerde, 'Çarşaf çok kirli niye değiştirmedin?' dediğimde, 'Ne olacak? Dün gece bir Müslüman yattı. Niye değiştirelim ki!' diye cevaplarla karşılaştık. Öyle devirlerdi. Kafama şapka, kayak montu, atkı, ağzımı kapatıp yatağa öyle girdiğimi hatırlıyorum. Hem pislikten hem soğuktan. Masraf olmasın diye sobayı yakmıyor odadaki. Öyle günler yaşadık. Yeşilçam'da da onları yaşadık. Setlere gidişlerimiz birer maceradır. Şimdiki gibi nerede? Karavan var. Seni aldırıyorlar bir kere. Tek başımıza giderdik. Metrobüs yok, o sırada metro yok. Bilmem nerede adres verilir. Haritadan bakıp gitmek yok, yazarak adresi saat 07.00’de orada olun. Araban yok, şoförün yok, taksi pahalı. İlk yıllar öyle başladı, ne diyorsunuz? Şimdi geliyorlar 'Abla 09.00'da aldırırız seni.' diyorlar. Şoför geliyor, alıyor seni, karavanına gidiyorsun, kahve mi çay mı? Kostümcü kostümünü getiriyor. Bir taraftan kuaför saçını yapıyor, bir taraftan makyöz makyajını yapıyor. '15 numaralı sahne, hazır mısınız abla?’ diyorlar. İnip oyununu oynuyorsun. Hala şikayet ediliyor, çünkü uzun sürüyor."
"Metin Serezli'nin vefatından sonra Bodrum bana ilk gittiğimde çok kötü geliyor"
Ama siz bunu hak ediyorsunuz, siz bir usta oldunuz artık. Ama genç oyuncular da bu kolaylığı ve rahatlığı yaşıyorlar artık…
"Niye yaşamasınlar? Devir öyleyse yaşasınlar. Tabii uzun sürüyor olay. Bütün bu gençlerin şikayeti uzun sürmesinden kaynaklanıyor. Ama onlar öbür devirleri yaşamadıkları için bu onlara çok fazla geliyor. Yaşamasınlar ya. Yeniler de imkanlardan faydalansınlar. Kendi çocuğum için de aynı şey. Ya oğluma üzülüyorum şimdi Eskişehir’de dizine kadar karlarda gömülmüş fotoğraf yolluyor. Gece yarılarına kadar çalışıyorlar ama mesleğini seviyor, işini seviyor. Çok güzel bir iş."
Eşiniz Metin Serezli vefat edeli 7 yıl oldu. 45 yıllık evlilik ve bu süreçten bahsedebilir miyiz? Neler değişti hayatınızda onun yokluğuyla?
Ya çok şey değişti tabii. Kolay mı? Bir kere Metin bir de normal bir insan gibi değil o kadar çok paylaştığı şeyleri vardı ki... Arkadaş gibi, keyifdaş gibi, dost gibi, her şeyinin bir anısı var. Zil çalışı bile farklıydı. Köpek de ben de anlardık Metin’in asansöre basışı, kapıyı çalışını. Onu kaybetmek... Tabii hazırladı beni 2,5 sene aslında. O iyi bir süre oldu kendimi hazırladım. Sonu, gidişatı belli olan hastalıklarda biraz öyle oluyor insan. Biraz kendine düşüne düşüne bir yol çiziyorsun, buluyorsun. Ondan sonrası tamamen ailem ve çocuklarımın olması beni ayakta tuttu. Çünkü ben hiç ilaca inanmam ve kullanmam. Yani baş ağrısı ilacı bile almam açıkçası. Vitamin destek olarak ve bir de tansiyon hapım haricinde. Gidin bakın gerçekten ilaç dolabım yok benim. Sesim kısılır mesela ‘Ayol bilmem ne pastili alsana!’ derler. Hayır! Ayvayı kaynatalım, karanfili elmaya sokalım, üstüne de 2 kaşık balla zerdeçal koyalım. Öylesini severim. Ayten Gökçer’den öğrenmiştim, 'Ilınmış bir havluya hardalın tozunu ısıtıp, koyup boynuna sararsan bütün o ödemi ve o ses tıkanıklığı açıyor.' diye mesela."
Hatırladığım kadarıyla siz Metin beyden evlilik teklifi almamıştınız değil mi?
"Hala hatırlıyor musunuz onu ya?"
Hatırlıyorum. Bunun eksikliğini hiç yaşadınız mı?
"Evet gerçekten almadım. Hayır, çok komiğime gidiyor. Çünkü ekranda falan röportajlar yapıyorlar, ‘Evlilik teklifiniz romantik miydi, anlatır mısınız?’ Anlatıyorlar, 'Şurada yere eğilmişti, gül donatmıştı.' falan. Aaa, ben bir düşünüyorum ki hakikaten benim öyle anlatacak anım yok. Çünkü biz beraber olmaya başladık ve tarih konuşmaya başladık. Belki de adam bana etmeyecekti evlenme teklifi. Belki ben onu zorladım. Birdenbire 'Nerede yapacağız ki ya? Çok pahalı salonlar. Ocak’ta olmasın!' falan diye böyle konuşuldu. Bak ben bunu düşünmedim, belki de hiç etmeyecekti teklif. Hiç kimseye nasip olmayan bir şekilde Dormen Tiyatrosu’nda kıyıldı nikahımız. Düğün-nikah gibi bir şeydi. Düşünebiliyor musunuz o devrin en büyük starları kapıda gelenleri karşıladı. Altan Erbulak ve Ekrem Bora fotoğrafçımızdı. Şahidim Haldun Dormen, Güler Yiğit’ti. Yani acayipti. Dormen Tiyatrosu tamamen doluydu. Çok güzel bir espri yapıldı günün sonunda; 'Bu oyun tuttu.' dediler.
Bir röportajınızda "Metin zor bir insandı. Çok tutucu, sabit fikirliydi. Hiçbir şeyi atmaz, saklardı. Atalım dediğimde; 'Karışma bana!' derdi." demişsiniz… Şimdi onun atmadığı anıları ve neleri var sizin hala koruduğunuz ve belki de sevgiyle kabul ettiğiniz artık? Anlatabilir misiniz?
"Vallahi ben onun hiçbir şeyini atmadım. Dolaplar dolu. Sevdiği aksesuarları, sevdiği yukarıdaki çalışma odasındaki her şey duruyor. İçim elvermiyor hiçbir şeyi vermek. Yani çocukların işine yarayacak şeyleri verdim. Belki bir iki kıyafetini Muratcığım hala giyiyor, 'Ben bunu kullanayım babamın anısına.' deyip verdiğimi. Genelde her şey duruyor. Sanki o duruyorsa, o oradadır gibi... Herkes başka türlü karşılar. Bazısı hemen evden verir kötü anı olmasın diye, bazısı veremez. Ben veremeyen tiplerdenim. Metin’in o veremeyen tipi bana geçmiş oldu, ben de veremedim. Resimlerini çok değer bulabileceği ve de sevebileceği bir takım arkadaşlarımıza hediye ettim. Çünkü imzası var Metin Serezli’nin. Çok güzel resim yapardı herkes beğenirdi. Metin, 'Beğendim.' diyenlere 'Hediye ederim sana istersen bir şartla. Evinin bir yerinde bir kere asmış olarak resmi göreceğim. Bir de beni yemeğe çağıracaksın, çok pahalı bir ressamım.' derdi. Arkadaşlarımızın evlerinde görüyorum şimdi. Yaptığı resimler var. İlk Bodrum yapmaya başlamıştı. Bodrum’daki evimde hep onun yaptığı resimler var."
Sizin resminizi, portrenizi yaptı mı?
"Yapamadı. Çünkü portre resmi çok zor. Daha çok manzara, Bodrum, ağaçlar... Onları daha çok severdi. İlk Murat doğmadan bir karikatür gibi resmini yapmıştı. Onu Murat’a verdim, saklıyor. 'İşte benim oğlum.' diye. Mavi gözlü yapmış, doğmadan yapıyor. Mavi gözlü, kalkık burunlu, sarışın çocuk çizmişti. Selim'i de mavi gözlü çizmişti ama Selim mavi gözlü doğmadı. Selim'i kız çizmişti, sarışın, mavi gözlü bir kız çizmişti. Çünkü hep kız olmasını istiyorduk. Adı da Serra idi benim kafamda. O zaman ultrason falan yok, bakamıyorsun, 1973 senesi. Serra olmadı, ona yakın Selim olsun dedik. Şimdi torunumun adı, Serra!"
"Oyuncu her rolü oynar"
"Bugüne kadar genellikle fiziğime ve ruhuma uygun rollerde oynadım. Belki de bu özelliklerim yüzünden köylü kadın rolleri teklif edilmedi." demişsiniz. Bu teklifleri bir oyuncu olarak kendi yeteneğiniz ve yönlendirmesiniz doğrultusunda gerçek kılamaz mıydınız ? Ya da öyle projeler gelmiyor muydu?
"Ayol kılınmaz olur mu? Oyuncu her rolü oynar ama bakınca bana o hanımağa, Doğu Anadolu, kırsal tipi görmüyorlardı bende. Sarışın, şen şakrak, komik gençlik yıllarında. Tabii yaşlanınca tatlı anne, şimdi de tatlı babaanne. Tabii 'Dudu' karakterinin de getirdiği bir tipleme oldu. Hep komedi dizilerinde, hep şık giyinen, aksesuarlı, güzel kadın geldi. Bir tek ‘Vay Anam Vay’ dizisi Sivaslı bir köylü kadındı. Gani Müjde yazmıştı Kanal D’de günlük dizi olarak oynuyordu. Elinde horozuyla bir kadını oynuyordum, çok başarılıydı. Yine de bana ‘Yaa yakışmıyorsun öyle, biz seni öyle görmek istemiyoruz.’ diyenler vardı. Rol acayip ve keyifliydi."
Sadece size yazanlar değil, hayranlarınızın yorumlarında da gördüm, 'Bir zamanlar estetik mi vardı? Charlize Theron’lar, Kim Basinger’lar mı vardı? Bizim Nevra Serezli’miz var.’ yazmışlar..
Nevra Serezli: "Evet, kabul etmiyorlar çoğu zaman başka türlü bir rolde görmeyi. Yanlış bir şey tabii. Rol ne kadar sana biraz ters düşerse seni o daha çok gıdıklar, daha çok zorlar. Yani istersin çok tipinin dışında olmayı. Ama ben şeye inanmam; göbek takayım, burun takayım da tipleme yapayım. Ben kabarede bile yapmadım bunu. En fazla peruk çeşitliliği kullandım. Dikkat edin benim kabare oyunlarımda hiç öyle acayip tipleme, maske yoktur. En fazla genç kızsa kahküllü bir peruk takarım, frapan, arka sokakta gezinen bir hayat kadınıysa kıvır kıvır, kıpkızıl peruk takarım en fazla ve kıyafetimde veririm onu. Sevmem o tip oyunculuğu kullanmayı. Bilhassa protest, altını çizmek için bir roldür, seni abuk göstermek içindir, ona varım. Ama yani tiplemeyi tonda, konuşmada, diyalektte ve görselinde yaratmayı daha çok seviyorum açıkçası."
Metin beyin vefatıyla Türkiye’nin ve dünyanın her yerinden hayranlar, dostlar ve büyüklerin sizi taziye için aradığını ancak 3-5 dost ve arkadaşınızın aramadığını, tweet bile atmadığını, bu duruma taktığınızı, üzüldüğünüzü ve onların isimlerini sonra açıklayacağınızı söylemiştiniz. Kimlerdi onlar?
"Evet onları şimdi de söylemeyeceğim."
"Bu camia nankördür, sanatçılar filan demem"
Yıllar geçti açıklayacağınızı söylemiştiniz… Düzeldi mi aranız?
"Açıklamayacağım, hala da kırgınımdır. Hala da tabii ki karşılaşıyoruz, konuşuyoruz. İnanamıyorum nasıl gelmediklerine? Çok doğruyu söylüyorum 1 ay boyunca şu kapı kapanmadı. Eve gelenler. Bazıları adres bilmeden, sadece Anadoluhisarı tarafında oturduğumu bilerek, etrafa soruşturarak geldi şu kapının zilini çaldı. O kadar sevgi doluymuş, insanlara hep bir şeyler vermiş, hep herkesin hatırını sormuş. Bunlar sadece sanat muhiti değil, orası güzel. Sanatçı arkadaşın zaten 50 senedir, gelir. Büyük süpermarketteki köpeğine et aldığı kasap, 'Metin bey benden alırdı, böyle böyle doğratırdı, köpeğime en iyi cinsinden et ver derdi' diye geldi kapıya. O aralar onlara çok ağlamıştım, o şeyler beni çok etkilemişti. Öyle gitmek ister insan. O yüzden tören falan istemedi Metin zaten. O da konuşuldu, 'Metin Serezli neden tören istemedi?' Ben de aynı fikirdeyim. Oraya mecburiyetten de gelinebiliyor. Ben çok bulunuyorum öyle törenlerde. 'Ay orada görünmezsem, ayıp olur, birisi laf eder, niye gitmedin?' diye. Nitekim oluyor. 'Bilmem neyi cenazede göremedik? Turnede yakınlarını göremedik.' Nereden biliyorsun? Nedir durumu? Hastası mı var? Turnede mi? İstanbul’da değil mi? Hemen bir şey yapıştırılıyor. Böyle bir mecburiyet var. Ruhun ve için isterse katılırsın. Öyle bir şey yok ki yani. Metin hep derdi, 'Ya ben istemiyorum. İçlerinde de aman sabah oraya mı gideceğiz? Gibi laflar olmasın.' Bir de oturup başka iş konuşuyor. Belli bir caminin adını vermişti, 'Şuraya gömüleyim. Ailenin içinde olsun, yiyin, için, beni güzel güzel anlatın, konuşun.' demişti. Acayip bir şekilde 1 ay içinde parti gibi yenildi, içildi. Gelen eli dolu geldi. Şu salonda konuşuldu, anılar anlatıldı, gülündü. O kadar güzel 1 ayı geçirdik ki dostlarla, arkadaşlarla. Onun için ben 'Bu camia nankördür, sanatçılar filan.' demem. Çoğu böyle. 3-4 kişi de bir hata yaptıysa o da günün sonunda unutulsun gitsin."
Yapmak istediğiniz, bir dileğiniz, arzunuz var mı bu hayatla ilgili?
"Yok, gerçekten yok. Şöyle düşünsem, daha çok ülkeyi gezebilmek isterdim ama uçak korkumdan dolayı biraz kısıtlıyım. Tiyatrom var, sonra tatile giriyorsun, torunlarım belli bir yerde, falan filan. Biraz daha başka bir yerler görmek... Ben hep piyes seyretmek severim, İngiltere’de müzikalleri, piyesleri izlemek isterim. Hep içimde yapmak istediğim bir şeydir ona zorlanıyorum. Çok severim seyahat etmeyi ama hep gemi, hep otobüs, araba... Tabii beni çok kısıtlıyor. Bütün arkadaşlarım der ki, 'Seninle seyahate gitmek büyük keyif.' Çünkü, taşına, toprağına, kenarına, köşesine kadar her şey ile ilgili çok mutlu olurum. O küçük ara sokakları gezmeyi, keşfetmeyi, o tarihi yerleri gezmeyi çok severim. Her dakika müze gezer miyim? Hayır! Yalan söylemeyeyim ama büyük şehirlerin büyük yerlerini gezip zamanında Metin’le dolaşmışızdır. Küçük kafelerde oturmak, insanlarla selamlaşmak, bir kahvesini içmek çok keyifli."
Belki turnelerle birlikte bu olur….
"Turnelerle birlikte Anadolu’yu gezmek çok güzel. Çok gezdik tabii. Antakya’sı, -Antakya’ya bayılırım- Adana’sı, Mersin’i, Kuzey Karadeniz yöresi hep turnelerde. Görmediğim yer yok gibi bir şey. Bakalım ne olacak bu sene turnede? Belki görmediğim bir iki şehre denk düşerim. Bulamıyorum şimdi hangisi? O kadar çok gezdik."