Güncelleme Tarihi:
Netflix’in büyük bütçeli dizisi ‘Lost in Space’in ikinci sezonu için hazırlıklarla başlanmışken, oyuncularıyla Dubai’de bir araya geldiğimiz söyleşiyi paylaşmanın tam sırası. Anneyi canlandıran Molly Parker ile özel söyleşide, oyuncunun külte dönüşen iddialı rollerinden ticari dizilere uzanan kariyeriyle ilgili keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. 5-7 Nisan arasında düzenlenen 4. Ortadoğu Film ve Comic Con’a ‘Lost in Space’, ilk bölümünün ön gösterimi ve detaylıca hazırlanan bölmesiyle damga vurdu.
1972 doğumlu Molly Parker, Vancouver’da yaşayan mütevazı bir oyuncu. 1995’te lezbiyen bir subayı canlandırdığı ‘Highlander’ dizisiyle sektöre ilk girişini yapsa da 1996’da “Kissed”deki ‘nekrofil’ tiplemesiyle sanat sinemasında ses getirdi. Toronto ve Cannes film festivallerinde de gösterilen filmdeki rolüyle Genie Ödülü’ne ulaştı
Sonrasında ise István Szabó’dan Michael Winterbottom’a uzanan saygı değer yönetmenlerle çalıştı. Her zaman iddialı ve cesur roller aradığını saklamayan Parker, bağımsız filmlerinde karakterlerinin ‘güçlü’ ve ‘feminist’ olmasına da özen gösterdi. Alan Ball’un ‘Six Feet Under’ında da oynayan oyuncu, son beş senede Netflix projelerine kaydı. Bu yıl Sundance ve Berlin’de ses getirdikten sonra en son 37. İstanbul Film Festivali’nde gösterilen “Madeline Madeline’i Oynuyor” (“Madeline’s Madeline”, 2018) için ise ‘zarif bir film, Josephine ise özel bir yetenek’ diyor.
‘NETFLIX, ÖNEMLİ BİR BOŞLUĞU DOLDURDU’
Yapımcı Irwin Allen, Amerikan sinemasının 60’lı, 70’li yıllarında ciddi bir figürdü. Bilimkurgu dizilerinden felaket filmlerine uzanan kariyerinde 1965 tarihli ‘Lost in Space’ de önemliydi. Bu dizi 1998’de bir de sinema filmine dönüştü. Netflix’in sanal dizi projesi ise oradaki Dr. Smith karakteri erkekten kadına dönüştürülüp Parker Posey’nin katkısıyla bir ‘feminist’ dokunuşu müjdeliyor. Kariyeriniz boyunca güçlü kadın karakterlerin arayışında olduğunuzu düşününce bu projeden teklif alınca bu değişim sizi heyecanlandırdı mı?
Elbette. Çok komik. Ama son yıllarda her şey çok değişti. Maureen bu kadar karmaşık ve zeki bir karakter olmasa oynamazdım. Mükemmel olamaması çok sinsi ve ilgi çekici idi. Her zaman temsil ettiğim kadınlarla gurur duymak istedim. 50 yıl sonra yeni yazarlar, kadınlar ve kızların erkekler kadar becerikli olduğunu ama bunun tartışılmadığını öne sürüyorlar. Dizinin senaryosuna sızan bu tespit, bu durumu açığa çıkarıyor. Projeyi bu sebeple çok sevdim.
İlk diziyi ve 90’lardaki filmi izlediniz mi?
Seriye büyürken denk gelmedim. Yaşım sebebiyle yakalayamadım. Ben gençken çoktan oynamıştı ‘Lost in Space’. Ama ilk sezonu 17 yaşımdaki çocuğumla birlikte izledim. Çocuklar çok ‘sofistike’. Bu sebeple de izleme deneyimini onla yaşamak çok faydalı bir deneyimdi. Allen’ın işi büyük bir macera ya da gösteri olarak anılabilir. Görsel efekt anlamında da bir beklenti yaratıyor. Ayakları yere basan aile o dönemde fazlasıyla gerçekçi duruyor.
1998’de Stephen Hopkins’in çektiği filmi düşününce Netflix projesinin onun fazlasıyla üzerine koyduğu söylenebilir. Oradaki ‘özüne saygıda kusur etmeme’ inadı sebebiyle ortaya çıkan ‘demodelik’ buraya yansımamış. Bu uyarlama her açıdan ‘modern’ duruyor ve Netflix’in katkısıyla akıcı bir seyir sürecine malzeme oluyor.
Görmedim, ama bu görüşe sevindim.
Netflix’in TV ve sinema da böyle bir noktaya gelmesini, Scorsese ve Fincher gibi yönetmenleri transfer etmesini, orijinal projeler yaratmasına nasıl bakıyorsunuz?
Bu platform için beş sene çok farklı şeyler yaptım. Bunlardan da çok memnunum. Diğer şirketlerden çok farklı bir noktalar. Yönetmenlerine ve TV şovlarının yaratıcılarına da destek veriyorlar. Bir not bırakıp geri çekilerek özgür düşünceye alan açıyorlar. Netflix’in yaratıcılığa verdiği önem, projelerin başarılı olmasına sebebiyet veriyor. Biten işler bu sayede bir kişinin vizyonunu ortaya koyabiliyor. Çok fazla yürütücü de çok fazla fikirle yürüyor. Netflix, önemli bir boşluğu doldurdu. Tüm dünyada özellikli bir kitle için üretim yapıyor. Yaş grubunu da sınırlamayıp geniş tutunca aslında yükselmek kaçınılmaz.
‘ZOR VE İDDİALI ROLLER İÇİN UĞRAŞTIM’
25 senedir kariyerinizi heyecanla takip eden biri olarak sizinle karşılaşmak heyecan verici…
Öyle söyleme yaşımız ortaya çıkacak.
“Kissed” (1997) ve “The Center of the World” (2001) gibi iddialı filmlerden sonra sizden Hollywood’da daha çok filmde başrol bekliyordum. Elbette arada önemli bağımsız filmler de yaptınız. Onları da es geçmemek lazım. Ama bu periyod nasıl gelişti, teklif aldınız mı, yoksa zor roller olduğu için Hollywood sansürüne mi takıldınız?
O kadar da değil. Öncesinde çok farkına varılan filmler yapmak ‘şans’ ile olmuştu. Ben de bir stüdyo filminde birinin arkadaşını oynamak istemedim. Zor ve iddialı roller için uğraştım hep. Benim ilgimi çeken de buydu. Hollywood’a gitmedim, Kanada’da yaşıyordum. 20’lerimin sonuna kadar orada kaldım. Çok farklı bir kariyer oluşturdum. Kimsenin görmediği 30 film yaptım.
Ama ben izledim!
Siz görmüş olabilirsiniz.
“Lanetli Ada” (“The Wicker Man”) gibi mi?
Sözünü bile etme!
Neil Labute’a rağmen çok kötü bir filmdi ama siz yine farkınızı hissettirmiştiniz.
Tarihe geçecek kadar kötüydü. Beterin beteri var diye düşündürttü.
‘Six Feet Under’ da unutulmamalı… István Szabó, Michael Winterbottom, Wayne Wang ve çok bilinmese de Rodrigo Garcia gibi önemli yönetmenlerle çalıştınız…
Rodrigo’yu ben de çok severim katılıyorum.
Hangisiyle çalışmak daha önemli ve geleceğe kalan bir deneyimdi?
Bütün bu olanakları yakalamak fazlasıyla önemliydi. Böyle filmler yapınca zaten bir iddianız oluyor. Çok ilginçti çünkü o dönem değişti. Kimse böyle projelere girmiyor artık. 2007’de kriz patlayınca kimse yaratım yapanlar azaldı. Ben de birkaç senedir çalışmıyordum, hiçbir yapım yoktu. HBO ve diğer TV kanalları gelince toplu bir değişim oldu. Benim arkadaşlarım da TV’ye bir şeyler yapmaya başladı. Kadınlar için ‘iyi roller’ böyle projelerde var. Beş senede beş farklı Netflix projesinde oynadım. ‘House of Cards’, ‘Wormwood’ ve “2029” en öne çıkanlar. Hepsi çok değişik projeler. Netflix spesifik şeyleri projelendirip fazla olsa da gözükmeyen seyircisini açığa çıkarıyor. Böylesi çalışmaları arayan kitleyi etkisi altına aldı. Projelerin de evrensel olması gerekmiyor. Ama yeterince insana ulaşması önemli. Bana da esasen bu durum karizmatik geliyor.
En son sizi Şubat’ta Berlin Film Festivali’nde Avrupa prömiyerini yapan “Madeline Madeline’i Oynuyor”da izledim. Çok güzeldi, bağımsız filmlerde halen eski formunuzu koruduğunuzu görmek sevindirici.
Zarif bir film. O yönetmen çok özel bir yetenek. Josephine’in dünyası unutulmaz.
KEREM AKCA / akca.kerem@gmail.com