Orhan TEKELİOĞLU
Oluşturulma Tarihi: Haziran 13, 2014 16:50
Geçen hafta sona eren Muhteşem Yüzyıl dizisi yayın süresi boyunca önce Başbakan tarafından eleştirildi, ardından Yeni - Osmanlıcı refleksleri olan ‘Yeni Türkiye’ muhafazakârlığının savaş açtığı bir dizi oldu. Fakat buna rağmen ülke sınırlarını aşıp birçok ülkede insanları ekrana kilitledi. Sıra artık dizinin ‘siyasi’ değerlendirmesinde.
Çarşamba gecesi bir devir kapandı ekranda. Popüler kültürün izleyiciden izlediğini bazen gizleyen bazen de tüm çıplaklığıyla gösteren tuhaf ve karmaşık hâli, Muhteşem Yüzyıl’ın final ekranında bir an olsun belirdi, görünür kılındı. Bedeni iflas etmiş, ayakta durmakta bile zorlanan bir ‘cihan hükümdarının’ öleceğini bile bile çıktığı son seferini ekrandan izleyenlerin kalbi tam ortadan ikiye yarılmıştı. Bir kısmı, neticede çocuklarını, torunlarını, hatta en yakın yoldaşını öldürmek zorunda kalmış bir insanın fütuhat yolunda ölmesi evladır diye düşünürken, diğerleriyse keşke yaşasaydı da tüm dünyayı ele geçirseydi diye belki de hayaller kuruyordu. Neyse ne, önemli olan bu dizinin tetiklediği, kışkırttığı sorular, hayaller ve hayal kırıklıkları değil miydi?
Erken Cumhuriyet’in oluşturduğu ve on, on beş yıl öncesine kadar gayet canlı tutulan ‘resmî tarih tezini’ allak bulak ettiği için Muhteşem Yüzyıl, izler-kitlesi dışında devlet ricalinden kimselere yaranamadı. Çünkü Cumhuriyet’in kurucu ideolojisi, birçok ‘inkılâbın’ yanı sıra yeni bir ‘dil’ (Osmanlıca’dan arınmış) ve ‘tarih’ (Osmanlı’yı reddeden) de icat etmeyi kafasına koymuştu. Resmî bakışın da vurgusu, ‘Osmanlı’ olmadığımız yönünde olmuştur. Olmuştur da kültürün uslanmaz evladı ‘popüler kültür’ cenahında işler hiç de istendiği gibi gitmemiştir. Örneğin, Yeşilçam’ın ‘tarihi-avantür’ denen filmleri, saçma sapan da yapılsa hemen her zaman çok iyi gişe yapmıştır. Öyle ki dönemin jönü Cüneyt Arkın, birçok farklı türden filmde oynamasına rağmen, şu anda bile Malkoçoğlu olarak hatırlanır. Yine çizgi romanlarda, her zaman resmî tarih tezi yanlışlanırdı. Çözüm kolaydı aslında: Anlatı kurgulanırken Osmanlı bir Türk devleti gibi gösteriliyor, günümüzde düşman bellediğimiz herkes ‘kahpeleştiriliyor’ ve tabii ki zafer hep Türk’ün oluyordu! Fakat devlet katında popüler kültür ürünlerine her daim şüpheyle bakılıyor, o dünya ciddiye bile alınmıyordu.
Peki, ne oldu da MY, bizzat Başbakan tarafından eleştirilecek bir odak haline gelebildi? Ne oldu da, yeni-Osmanlıcı refleksleri olan ‘Yeni Türkiye’ muhafazakârlığı diziye alenen savaş açtı ve neticede (dizi yüksek reytinglerle devam ettiğine göre) nasıl kaybetti? Önemli sorular ama öncelikle, resmî tarih tezindeki asıl kırılma noktasına dönmemiz gerekiyor. Devletin İslamcı sağ muhafazakâr elitini oluşturan ve Kemalist tarih teziyle hiç de uyuşmayan bir çevrenin oluşturduğu Aydınlar Ocağı’nın 1970’te kurulması bu minvalde önemli bir dönüşümün de önünü açar. Böylece, Türkiye sağ düşüncesi içindeki ‘milliyetçi-mukaddesatçı’ kanat yükselmeye, MHP’yi dönüştürüp içindeki Müslümanlıktan çok, etnik değerlere önem veren kadroları tasfiyeye neden olurken, Adalet Partisi içindeki mütedeyyin kadronun da ‘Millî Görüş’ hareketi içinde birleşmesine vesile olacaktır. Kıbrıs harekâtıyla iyice koyulaşan ‘pop milliyetçilik’ ile el ele yükselen bir harekettir Milli Nizam, Selamet, Refah ve yıllar içinde dönüşerek tipik bir sağ muhafazakaâr orta sınıf ideolojisine konumlanan AKP geleneği.
TARİHE DUYULAN AÇLIKTAN BESLENDİ
Devlete yakınlaşıldıkça popüler kültürden de uzaklaşılıyor ne yazık ki! İşte, tam da bu nedenle kolayca Yeni - Osmanlıcı olarak görülebilecek, benimsenebilecek MY, hiç de hoş karşılanmadı muhafazakâr devlet ricalinde. Çünkü, belki de ilk kez, yıllardır kötülenen Osmanlı ile ekranda karşılaşılacaktı, üstelik mütedeyyin olmadıkları aşikâr bir senaryo ve prodüksiyon ekibiyle. Ve daha başlamadan başlandı eleştirilmeye. Ne demek oluyordu ‘harem’i anlatmak, padişahın mahremini gösterilir kılmak? Diğer yandan izler-kitle bayılmıştı kadınlar arasındaki iktidar savaşlarına. Ama sadece bunu anlatmıyordu dizi. Fütuhata çıkan bir padişah, etrafındaki komplolar, dostlar, düşmanlar, ihanet ve zaferler... Ayrıca, binbir yüzüyle ahali, sokaktaki insan, ocaktaki asker, din erbabı, gayrimüslüm tüccar, elçiler, rakip krallar ve hatta Papa. Tabii ki kurguydu hepsi ama izleyici bir ‘tarih’ gibi okuyor ve tam da bu nedenle seviliyordu. Bir açlığa işaret ediyordu MY, bir kendini arama, bulma, kimliklendirme, belki de bir ‘hesaplaşma’ ya da ‘yüzleşme’ ihtiyacına.
Eski Yeşilçam filmlerine görünürde benzese de çok farklı ve yepyeni bir siyasal iktidar ikliminde ekrana geliyordu dizi. Tarihî avantürlerdeki acemiliklerden eser yoktu yapımda. Dekorundan kıyafetlerine yüksek bir standardı tutturuyordu. Bu ilgiyi yanlış okuyan birçok kanal ‘benzerlerini’ devreye sokmaya çalıştı ve ‘yanlışlarını’ düzelterek (fütuhata odaklanan Fatih gibi) izleyiciyi çekebileceklerini sandılar. Bu bir ‘doğru’, ‘yanlış’ meselesi değildi. Popüler her iş gibi, MY’nin de esas başarısı, izleyicinin ilgisini sahip olabilmesinde, yani ‘sorular sordurabilmesinde’ gizliydi, bir türlü anlamadılar.
Sorular belki basit ama çok da yamandı. Kimim ben, ecdadım kim, bu kadınların hayatı benimkine benziyor mu, ilerledim mi, aynı yerde miyim, geri mi kaldım, bu devletleri fethettim de ne oldu, şimdi neden bu sınırlardayım gibi birçok çetrefil soru. Ve en önemlisi, Türk müyüm ben, İslam mı, yoksa bunun bir karışımı mı? Baştaki tespit bu nedenle önemli. Artık, TV ekranında Osmanlı’ya dair bir dizi yapacaksanız bu iş basit ama doğru sorularla başlamak zorunda, gerçekten Yeşilçam işi tarihi avantürlerin devri kapandı. Artık devir melez kimliklerin, parçalı tarihlerin, kırılmaların ve parçaları bir araya getirerek toplamaların devri. Kutlu olsun.