Güncelleme Tarihi:
'Babamın Ardından’, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye tarihinin aslında göçlerin tarihi olduğunu, farklı bir dilde ortaya koyuyor. Söze göçten girmek gerekiyor haliyle...
Konuya göçten girmek kaçınılmaz çünkü bu kitabı bana yazdıran ana tema göçtü ve bu coğrafyanın vazgeçilmez trajedilerinden biri olması, hâlâ yaşanıyor olması ve gelecekte de yaşanacak olması beni tetikleyen unsurlardı. Bunu söylerken bir hesaplaşmak meselesinden söz etmiyorum. Çünkü edebiyatçının hesaplaşmak gibi bir derdi olmamalı. Göçle hesaplaşmak benim işim değil, sosyologların veya uzmanların yapması gereken bir şey. Bu bir kurmaca işi.
Bunun altını özellikle çiziyorsunuz.
Yoksa bu edebiyat metni olmaz, okura birtakım akıllar veren tezler dile getirmiş olurum. Göçle bağlantılı olarak baktığımızda, aynı şekilde bir yersiz-yurtsuzluk hikâyesi olarak görebiliriz. Göçte yaşanan kırılmalar ve parçalanmalar tam da 21’inci yüzyıl insanının belleğiyle örtüşen bir kırılma silsilesini ortaya koyuyor. Keşke bunlar olmasaydı ve biz edebiyatçılar bundan yararlanıyor olmasaydık, ancak bu çağın insanı dendiğinde tam da bugün mültecilerin yaşadığı bir bellek sorunu diye algıladığımız sorunun içinde debelenen insanı görüyorum. Ancak şu var; göç, savaş gibi kavramlar edebiyatla buluştuğunda özellikle benim cephemde büyük bir soru işareti taşıyor.
GÖZÜ YAŞLI BİR HİKAYE İSTEMEDİM
Neden?
Çünkü birebir anlatmaya çalıştığınız zaman doğrudan acının içine düşüyorsunuz ve okuru da oraya çekiyorsunuz. Halbuki edebiyatın tek işlevi bu değildir. Göç ve savaş olgusunu edebiyatta nasıl hayata geçirebilirim diye uzun bir müddet düşündüm. Çünkü çok hassas bir dengede ilerlenmesi gerekiyordu, kahramanın yaşayacağı olaylar, onun etrafında gerçekleşen nispeten daha hafifletilmiş olaylar etrafında bunu yazmayı düşündüm. Gözü yaşlı bir hikâye anlatmak istemedim ben.
Kahramanın çocuk olması ve olayların onun gözünden, dilinden aktarılması da bu yüzden miydi?
Öyle tabii. Ama benim kişisel tercihim hep böyle olmuştur. ‘Saklambaç’ adlı kitabımda da Dersim gibi çok keskin bir tarihsel olayı, yine bir çocuğun gözünden anlatmıştım. Gerçeğin kendisi o kadar acı ki oradaki de nasıl yumuşatılabilir, okur nasıl olayın içine daha az acıtarak çekilebilir kaygısıydı açıkçası. Diğer taraftan, biraz büyülü gerçekçiliğe öykündüğüm, yazarlığım açısından da bir aşama romanı oldu bu. Kitapta ‘sihir’ esprisini kullanıyorum mesela. Ama sihir var, sihir var. Biri sahnede yapılan ve insanları sözde kesip parçalara ayıran bir sihirdir. Diğeri sanki sihirli bir sözcük söylenmişçesine, bir abrakadabra sonrası kahramanların ailelerini parçalayan, gerçekten parçalayan bir sihir... İnsanları bu sihre inanmaya iten şey nedir, insanlar yaşamın gerçeğinden neden kaçar ve sihre dolanırlar. Biraz da bunun peşindeyim aslında.
Romandaki kahramanların hatırladıkları ya eksik ya da bir noktadan sonra ‘hayal’le karışık. Bunu, göçün yarattığı parçalanmayı ifade etmek için kullandığınızı söyleyebilir miyiz?
Göç yaşamış insanların anıları, yaşantısı, geçmişle şimdi arasındaki bağ bölük pörçüktür ve buna rağmen bir bütünsellik arama derdindedir. Bu da büyük bir yanılsama yaratıyor zaten. Olmayan bir şeyi bütüne tamamlama telaşı yaratıyor. Ülker’in bazı şeyleri daha çocuk yaşta eksik hatırlaması bu göçün yarattığı parçalanmışlığın bir göstergesi evet. Aynı şekilde arkadaşı Eleni... Simgesel olarak orada özellikle yer alıyor. Bu topraklarda Rumlara ve kültürlerine yönelik yapılmış erozyonun bir simgesi. Sadece Rum olmanıza gerek yok, tarihinizde bir göç hikâyesi varsa bir hafıza erozyonu vardır.
SÜREKLİLİĞİ SAĞLAYAN DİRAYET, GERÇEK GÜÇTÜR
Romanda henüz başlamamış bir savaşın karanlığı hissediliyor ve kimi kahramanlar ‘barış için savaşmak’tan söz ediyorlar. Böyle bir şey, barış için savaşmak doğru mu?
Bazı durumlarda köşeye sıkıştığınızda, bir işgal durumu olduğunda, bağımsızlık mücadelesi için belki savaşa başvurmak kaçınılmaz ama hedefiniz barışsa, bunun yolu bambaşka bir yol. Siyaset başka bir şey, hele bu coğrafyada çok fazla ilave unsuru var. Ama siyaset insanı öngöremediği müddetçe hep ağaca toslamaya mahkûmdur. Arkanıza baktığınızda bir sürü ceset görüyorsanız ve buna insanlık tarihi diyorsanız ciddi hatalar var demektir. Daha fenası, sürekli savaşın dile getiriliyor olması ve bir yerlerde devam ediyor olması da ders almadığımızın göstergesi. Birilerinin barışa giden yolun ısrarla savaştan geçtiğine inanmasından kaynaklanıyor.
‘Babamın Ardından’, en güçlü görünen kahramanın bile bir noktada o kadar güçlü olmadığı, deyim yerindeyse nihayetinde teslim olduğu bir roman...
Babamın Ardından
Müge İplikçi
Everest Yayınları
215 sayfa
15 TL