Güncelleme Tarihi:
"Limonata", "Ölümlü Dünya" ve "Cinayet Süsü" filmlerinin yönetmeni, "Leyla ile Mecnun" dizisinin "Mecnun"u, "Ayla" filminin "Ali Astsubay"ı Ali Atay, "Benim yıllardır üzerinde durduğum konu, mizah, komedi, komedi oyunculuğu. Bunu dünyaya bir şekilde ulaştırabilmenin yolu da bizim bağımsız sinema üzerinden denediğimiz formülü yapmak aslında. Bize ait olanı, bizim güldüğümüz şeyi, dünyaya bir şekilde göstermek. Bunu yöntem, formül olarak söylemiyorum aslında. Bu benim kendimce belirlediğim, 'yapabilir miyiz acaba' dediğim şey." dedi.
Kazandığı birçok ödülün yanı sıra "Nuh Tepesi"nde canlandırdığı "Ömer" karakteriyle Tribeca Film Festivali'nden "En İyi Erkek Oyuncu" ödülünü alan Atay, sinemaya bakışını, deneyimlerini ve filmlerini değerlendirdi.
"Çok çeşitli disiplinlerde üretim yapıyorsunuz. Senaryo, oyunculuk, müzik ve yönetmenliği düşündüğünüzde kendinizi daha çok hangisi hissediyorsunuz?"
"Ben hayatım boyunca bunu hiçbir zaman beceremedim. Konservatuvarda okurken bile sadece oyunculuk üzerine düşünmüyordum. Bir hikaye anlatımı üzerine kafa yoruyorum genel olarak. Şarkının da bir hikayesi var, filmin de yazdığın hikayenin de romanın da. Neyle meşgulsen, yaptığın herhangi bir şeyin, çizdiğin tablonun da hikayesi var. Ben o hikayenin anlatım biçimiyle ilgileniyorum daha çok. Benim yaptığım, üzerinde çalışıp mesai harcadığım şey, müziği de resmi de oyunculuğu da barındırıyor. Barındırdığı her şeyden biraz anlayıp zevk alınca onların peşinden gidiyorsun ister istemez. Müzik de böyle. Ben bir şarkı yazıyorum ve nasıl yazdığımı gerçekten bilmiyorum. Senaryo yazıyoruz. Senaryonun yazım teknikleriyle ilgilenmiyorum. Onun beni sürüklediği anla ilgileniyorum. Öyküler yazıyorum. Öykünün başını sonunu, bütün çatısını oluşturmadan öyküye girip kendimi anlatmaya başlıyorum ve bu süreci seviyorum. Film de bu sürecin bir parçası aslında."
"Ailede de var mıydı oyuncu, müzisyen, sanatçı nasıl başladı bu macera?"
"Ailede yoktu. Biri de yönlendirmedi. Bu kendiliğinden oldu aslında. Lisede başlayan bir süreç. Ben oyunculuk yapabileceğimi ya da gitar çalıp şarkı söyleyebileceğimi daha önce hiç düşünmemiştim. Böyle bir hissim de yoktu. Kendiliğinden, zaman içinde oldu. Lise döneminde ortaya çıktı aslında. Arkadaş grubuyla beraber bir tiyatro ekibine dahil olma hikayesi başladı. Çok sevdiğimiz bir hocamız vardı ve tiyatro kulübünü çalıştırıyordu. Ben de onun yanında olmak için tiyatro kulübüne girdim ve eğlenmeye başladık orada. Küçük oyunlar, derken kendimi bir şekilde orada buldum."
"Dünyadaki festivalleri takip ediyor musunuz? Özellikle dikkatinizi çekenler hangileri?"
"Festivalleri tabii ki takip ediyorum. Ama bir iki senedir festivallerde olup biten hikayelerden uzağım. Bunu da özellikle yapıyorum aslında. Çünkü çok fazla oralara kendimi bıraktığımı ve oralara bir şeyler yapmam gerektiğini düşündüğüm için. Gişeyi, prime time'ı, bizim seyirciyle buluştuğumuz noktalardan bir parça uzaklaştığımı hissettim. Teknik olarak oralara çok fazla yakın olmamamın sebebi, biraz gişeyle haşır neşir olmaya çalışmak için. Şu dönem o kadar çok gişeye yapılmış film izliyorum ki Türk sinemasında. Neredeyse hepsini izledim. Çünkü ben onları daha önce izlememiştim. Daha önce dünya sinemasında ne varsa hepsini alıp yemiş içmiştim. Şimdi gişe için neler yapılıyor, bunu takip etmeye çalışıyorum. Çünkü buralardan çok uzak kaldığımı düşünüyorum.
"Türk insanının mizah damarı inanılmaz gelişmiş"
"Filmleriniz bağımsız sinemanın, sanat filmlerinin etkisini barındırmakla birlikte gişe için yapılmış işler. Fakat her iki türün izleyicisi açısından da beğenilen filmler olmaya başladığını görüyoruz. Bu iki kutbu birbirine yakınlaştırmayı nasıl başarıyorsunuz?"
"Bence bunu dünyaya açılmak için bir yol, yöntem olarak kullanmamız gerekiyor. Çünkü bizim mizah damarımız inanılmaz gelişmiş. Biz dünyanın her bölgesindeki insanlar neye gülüyor, bunu biliyoruz. İngiliz, İtalyan, Fransız, Amerikan, Kuzey Amerika mizahını biliyoruz, Kanadalılar pek gülmüyor ama onların da var küçük kara komik filmleri. Biz bunların hepsini biliyoruz, buna hakimiz. Kendi mizahımızı dünyaya satmalıyız. Benim yıllardır üzerinde durduğum konu, mizah, komedi, komedi oyunculuğu. Bunu dünyaya bir şekilde ulaştırabilmenin yolu da bizim bağımsız sinema üzerinden denediğimiz formülü yapmak aslında. Bize ait olanı, bizim güldüğümüz şeyi dünyaya bir şekilde göstermek. Bunu yöntem, formül olarak söylemiyorum aslında. Bu benim kendimce belirlediğim, 'yapabilir miyiz acaba' dediğim şey."
"Yurt dışına açılan daha çok sanat filmleri oldu şimdiye kadar. Türk sineması bağımsız işlere mi ağırlık verilmeli diyorsunuz?"
"Bu arada 'sanat filmi' demek yanlış. Onları sınıflandırmak yanlış. Orada çok derin hikayeler, müthiş mevzular var. Ben ölüp bitiyorum zaten 'arthouse' denen şeye. Neden böyle kodlanmış? Bizim yapımcılarımızın o kadar büyük korkuları var ki arthouse kelimesiyle, festivalle ilgili. Bunu kırmamız gerekiyor yavaş yavaş. Çok iyi hikayeleri olan, yetenekli genç yönetmen arkadaşlarım var ve bu adamların hikayelerini ortak havuzlarda artık yavaş yavaş ortaya çıkarma zamanı geliyor, gelmeli de. Bir film çekeceksin, kırsalda geçecek ve iki kişinin üzerinden geçecek. 'Bu festival filmidir' diyerek kenara atmamak gerekiyor. Bunu gişede seyirciyle buluşturmak gerekiyor. Bunun formülü neyse, buna ulaşmamız gerekiyor.
Çünkü o da kendi içinde bir mainstream'e (ana akıma) dönüştü. Orada da herkesi içeri almıyorlar. Orada da tekeller oluştu. Kendi adamlarını, kendi platformlarını istiyorlar. Korkunç bir pazarlık var aslında orada da. Bizim gişede olan hikayenin benzeri oralarda da yaşanıyor ve biz bu iki şeyi, bağımsız filmleri ve gişe filmlerini birleştirip gerçekten sinema yapmalıyız. Nasıl bir sinema yaptığının önemi yok. Seyirciyle buluşturacak noktaya gelebilirsek eğer çok müthiş bir şey halletmiş oluruz. Bir şeyi izlerken, naçizane kendi kendime, 'Bu niye izlenmiyor' diye düşündüğüm bir mesele. Bu kavramların artık bitmesi gerekiyor."
"Mizah can simidimiz"
"Bir röportajınızda filmlerin aksine dizileri, karakteri daha detaylı işlemek açısından tercih edeceğinizi söylüyorsunuz? Farklı bir yaklaşım bu. Niyetinizi biraz daha açabilir misiniz?"
"Ben burada gişeye, normal total seyirciye bir şekilde ulaşmaya çabalarken, benim edindiğim 'arthouse' diye nitelendirilen sınıfa ait karakter derinliklerini çok fazla anlatma imkanı bulamıyorum. Bunun formüllerini aradığım ve 108 dakika buna imkan vermediği için diziyle bunu daha rahat yapabileceğim düşüncesindeyim. 40 dakikalık bir bölümden, bir sezonda 10 bölümde, benim bir karakteri uzun uzun anlatmam için fırsat verecek. Ben bir karakter üzerine film yapıyor olsam, o karakteri bütün detaylarıyla, incelikleriyle anlatma şansım olur. Buna arthouse film deniyor ya. Ben bu ikisinin arasının çok zor olduğunu düşünüyorum. Hem seyirciyi ötelemeden, mevzudan uzaklaştırmadan, içine çekerek, hem seyirciye ulaşarak hem de bir karakteri anlatmanın yollarını arıyorum, deniyorum aslında. Ölümlü Dünya'da seyirciye sadece bir 'merhaba' dedik. Biz buradayız yaklaşmaya çalışıyoruz. Aman ürkütmeyelim birbirimizi. Tamam. Bunu da mizahla yapıyoruz. Çünkü mizah can simidimiz."
"Hayalini kurduğunuz ve çekmeyi istediğiniz bir film, hikaye var mı?"
"Ben hayal kurmuyorum ama çok fazla hayalleniyorum. Filmi çekerken bile sahneleri görmek, o bir 'hayallenme' aslında. Gördüğüm şeyler üzerine gidip, oyuncuları oraya yönlendirmeye çalışıyorum. Müziği onlara uydurmaya çalışıyorum. Bütün ritmini onlara göre ayarlamaya çalışıyorum. Bütün ritmini, bütün metronomunu ona göre ayarlamaya çalışıyorum. O yüzden erkenden bir hayal kurarsam onun için çabalayacakmışım gibi geliyor bana.
Puslu Kıtalar Atlası'nı çok çekmek istiyorum diyelim. Yani ben bir seyirci olarak 'Abi hayır' diyecek durumda olurum, anlatabiliyor muyum? O yüzden hayal kurmaktan biraz korkuyorum. Gerek yok. O zaman içinde kendi yerini bulacaktır. Yani hayaller projelere dönüşüyor, proje kuruyorsun falan ama kendime kalacak hayallerim var benim. Onları gece yatmadan önce düşünüyorum. Eğleniyorum onları düşünüp. Onun dışında projeye dönüştüreceğim büyük çapta hayallerim yok ama büyük işler, büyük risklerden korkmuyorum. Çünkü kaybedeceğim hiçbir şey yok."
"Filmlerinizde Tarantino etkisinden bahsedebilir miyiz?"
"Etkisi demeyelim ama, onları çarpıştıralım bakalım ne oluyor. Onun sebebi de şu, seyirciye bir yerden yaklaşmak istiyorum. Bir muhabbete dalmak gibi. Orada bir şeyler konuşuluyor ve ben uzakta duruyorum, bakayım şunların içine gireyim de böyle 'naber' diyeyim. Onların yanına, onların da bildiği bir mevzuyla nasıl yaklaşabilirim düşüncesi.
Bu film bir şeye benzemesin gibi bir derdimiz de yok. Benzesin önemli değil. Biz eli yüzü düzgün, bir derdi olan, yavaşça kendini daha iyi ifade edebilen bir alanda film yapıyor olalım. Bizim asıl derdimiz bu."
"Yakın zamanda inşallah bir çocuğunuz dünyaya gelecek neler hissediyorsunuz. Ali Atay nasıl bir baba olacak?"
"Hiç bilmiyorum, kucağıma alıp tenime dokununca neler hissedeceğim onu merak ediyorum. Çünkü böyle şeylerde kendimi kandırmayı sevmiyorum hiç. Ben şu anda şunun mutluluğunu yaşıyorum, benim karım çok mutlu. O beni çok mutlu ediyor. Yani yaşadığım en büyük mutluluk bu. Gün geçtikçe onun karnı daha da büyüyor, onunla ilişkisini görüyorum uzaktan. Onunla konuşmaya başlamış, o kadar güzel bir bağ kuruyor ki onunla, konuşuyor falan, bir şeyler anlatıyor ona gerçekten bütün gününü anlatıyor. Bu mesela gizli gizli benim çok hoşuma gidiyor. Beni heyecanlandıran şey şimdilik bu. Ama çocuk doğduktan sonra neler yaşarım onu görmek, beklemek istiyorum."
"Hayranlarınıza son olarak vermek istediğiniz bir mesajınız var mı?"
"Film bitince uzaklaşıp dışarıdan bakıyorum. Film her şeyin ötesinde çok komik bir film oldu bence ve ben bu tür filmlerin seyirciyle buluşmasını istiyorum. Bunu gerçekten istiyorum. Yani benim bu anlamda bir kazancım da yok inan. Bu artık yapımcının filmi. Yani bir kişi de izlese bir milyon kişi de izlese benim için maddi olarak değişen bir şey yok."