Güncelleme Tarihi:
Kapıdan girdiğinde bir savaş alanı yüzüne çarpıyor. Loş, rutubetli bir hava, her taraf darma duman, su birikintileri, kırılmış eşyalar, tepeden sızan bir ışık ve sarkan bitkiler, naylonlar. Savaş hissiyatı daha iyi yansıtılamazdı.
Sonra kalın, havalı perdeleri açarak girilen bir oda. Odada kırmızı bir halı, biraz aydınlık, duvarlarda iki tane resim. Bir harabeden müzeye çıkmak... Kurtulduk gibi geliyor ama öyle değil. Oda dar. Daracık. Daralan hayatlarımız gibi. Hem her müzenin “güvenilir” olduğunu kim söylemiş?
Metin Çelik’in Post-Apocalyptic (Kıyamet Sonrası) sergisinin metni, Fransız ressam Fernand Leger’in I. Dünya Savaşı’nın ertesinde söylediği sözlerle başlıyor: “Savaşın geldiğini gören olmadı. Saklanmış; kılık değiştirmiş, çömelmiş; toprağın rengine bürünmüş savaş. Kör göz hiçbir şey görmedi.” Geçen hafta sonu, insanın sinirlerini bozarken bir yandan da delicesine hepsini izleyip bitirmek istediği Margaret Atwood’un romanından uyarlanan Damızlık Kızın Öyküsü (The Handmaid’s Tale) dizini izleyip bitiriverdim bir anda. Bir distopyayı anlatsa da günümüze çok fazla dokundurma yapan dizide en etkilendiğim laflardan biri, “Hiçbir şey bir anda değişmez; giderek kaynayan bir kazanda fark etmeden haşlanarak ölürsün,” oldu. Dizinin kahramanı damızlık kız, aslında ülkede çok büyük olaylar yaşandığını, birşey yap(a)madan izlediklerini ve sonra da adeta öldükten sonra ancak bunun farkına vardıklarını anlatıyordu. Öyle olmuyor mu gerçekten? Kazan ısınıyor, savaş fark edilmeyecek bir renge bürünüyor ve biz daracık odada kırmızı halılar üstünde yıkımı bekliyoruz.
Metin Çelik sergiyi tasarlarken o kadar ince düşünmüş ki (şansıma sergiyi görmeye gittiğimde serginin küratörü Sedat Öztürk bir arkadaşına anlatıyordu) fark etmediğiniz detayları duyduğunuzda iyice hayran oluyorsunuz. Sergi, bir kere insanı ters köşeye yatırıyor; küçük eskiz gibi olan resim yağlı boya, büyük ve acayip bir emek gerektiren tuval, karakalem. Harabede ortaya saçılmış eşyaların anlamı var, odanın darlığının bir anlamı var. Tuvallerde gördüğünüz savaş ise aslında sanatsal bir direnişin sembolü. Odanın darlığı, yerleşik ve bağımsız olmayan sanat kurumları ve sanatın politika karşısında oksijeninin tükenmesine dokundurarak sanatın yaşadığı darlanmaya işaret ediyor. (Ki bu serginin yerleşik kurum ya da ünlü galerilerden birinde olmamasını da bir işaret olarak kabul edebiliriz.)
Tuvallerde savaşan geyikler, kendini kaybetmiş insanlar gibiler aslında. Kendini rekabetin içinde, hırsın içinde, ne için savaştığını bile unutup elinde olanı da yıkan cinsten... Geyiklerin boynuzlarında birbirlerinden almaya çalıştıkları kafeste olduğunu düşündüğümüz mal mülkten tut, eğitim, özgürlük, aşk, barınmaya kadar her şey için savaşıyoruz. Ama özgürlük, o kafesten kaçan kuş aslında yukarıda, tepeden izliyor bu saçmalıkları.
Odadan çıkıp harabeye tekrar giriyorsunuz. Bu bile tasarlanmış. Gözlerin loş ışıklarını alışma sürecini düşünmüş sanatçı ve küratör. Sanki bu sefer daha bile çok çarpıyor insanı. Daha çok gezmek istiyorsunuz yıkıntılar arasında. Anlıyorsun ki, savaşın sonunda kimse kazanamıyor. Savaşın sonu her türlü kıyamet...
Ben yine de o geyiklerin boynuzlarında ittirilen kendimiz bile olsak, o kuş olabileceğimizi düşünmek istiyorum. Savaşın, yıkımın ortasında ama kafası özgür. Çünkü seni, fikrini kimse yıkamaz.
#Mebusan25
Meclis-i Mebusan Caddesi No.25, Kılıçali Paşa Mahallesi, 34425 Beyoğlu/İstanbul
irmakozer.com Tarafından hazırlanmıştır.