Güncelleme Tarihi:
Profesyonel koç ve yazar Rana Beri, Epsilon Yayınları’ndan çıkan yeni kitabı “İlişkilerde Anda Kalmak”ta, hayatın akışını adeta yeniden inşa ediyor. Bu ritme nasıl ayak uydurarak yaşayabileceğimizi, insanlık hallerimizi apaçık gösteren özgün hikayeler ve çözümlemelerle anlatıyor. Rana Beri ile bir araya gelerek, “anda kalabilmek” için tüyolar aldık…
Uzmanlık alanınız “Dönüşüm Koçluğu”… Nedir “Dönüşüm Koçluğu”?
Dönüşüm koçluğu, danışanın derin seviyede temel değerlerini (hayatta neyin onun için önemli olduğunu) fark ettiği bir koçluk şeklidir. Bu tarz derin koçlukta danışan, yaşamına farklı bir açıdan bakarak, onu yeniden anlamlandırır.
Elde ettiği farkındalık, sadece belli bir konuda değildir; yaşamda onun için “olmazsa olmaz”larını, yani kendi öncelikli değerlerini fark eder. Bu değerler kimileri için adalet, yakınlık, başarı iken diğerleri için sevgi, sağlık ve güven olabilir. Kendi değerlerini fark eden kişi yaşamını bunlara öncelik vererek yapılandırırsa huzur ve tatmine kavuşur. Bazı şeylerin ona neden zor geldiğini anlar, enerjisini kendi değerleriyle uyumlu amaçlara yatırdığında daha kolayca ve uyumla hayatta ilerler. Seçeceği işi, eşi, arkadaşı hatta yaşadığı şehri değerleriyle bağlantıda kaldıkça büyük bir netlikle seçer.
Dönüşüm koçluğunda hedef, danışanın derin bir seviyede, kendine ve yaşamına dışarıdan bakabilmesi ve yeni farkındalığını hayatının birçok alanında deneyimlemesidir. Koç, burada kişinin yaşam amacı ve dünyadaki yeri ile ilgili derin farkındalık kazanmasına eşlik eder. Bu sürecin bir parçası olarak kişi “yapmak” ve “olmak” kavramları arasındaki farkı kavrar. İhtiyaçlarına uygun şekilde, bu iki kavrama hayatında istediği ölçüde ve alanlarda yer verir.
Bu koçluk türünde kişi kendisini sınırlayan düşünce ve inanç kalıplarını fark eder ve kalıcı olarak yaşamını yeniden tasarlama şansına sahip olur.
Anda kalmak sürekli bir iyilik hali gibi algılandığında kesintisizliği konusunda kuşku uyanabiliyor. Halbuki üzüntünüzü, acınızı, kıstırılmışlığınızı hakkıyla yaşayabilmek de anda kalmaktır. Anda kalmanın sürekliliği farkındalıkla ilişkilidir, yani gerçeği neyse o olarak yaşamaktır. Hatta anda olmadığınızı fark edebilmek bile anda kalmaya başlamaktır. Bir de özellikle vurgulamak istediğim şey şu: “Hep anda kalacağız ve anda kalmadığımızda başarısızız” diye bir şey kesinlikle yok. Zaten yaşam, “andan düşmek”, bunu fark etmek ve sakince “tekrar ana dahil olmak ve anda kalmak” arasındaki bir danstır.
“ANDA KALMAKTA ZORLANIYORSANIZ NEFESİNİZİ TAKİP EDİN”
Anda kalmak kolay gibi görünse de pratikte yapılması zor bir şey. Bunu hayatın pratiğine aktarmak için neler önerirsiniz?
Anda kalmamıza engel olan kendimiz değiliz, zihnimiz. Düşüncelerimizin ve zihinsel filtrelerimizin hepsini gerçek sanmamız. Duyguların geçiciliğini gözden kaçırmamız. Anda değil de zihnimizde var olanın içinde yaşamamız ve bunu gerçek hayat ya da yaşamanın kendisi sanmamız.
Hayatın kendine ait bir akışı var. Bizlerse ancak bir şeyler yaparak, ancak ileriye doğru hareket ederek o akışı sağladığımızı sanıyoruz. Oysa hayatın akmak için bizim katılımımıza ihtiyacı yok. Biz bir şey yapmadığımızda, hareketsiz durduğumuzda da akıyor. Üstelik biz bir şey yapmadığımızda, eylemsiz kaldığımızda o akışta daha çok durmaya başlıyoruz. Çünkü küreklere asılarak o akışı hızlandırma yetimiz olmadığı gibi, yaşamayı bir şeyler yapmak saydığımızda çoğunlukla kürekleri tersine çekiyoruz. Hem yapmaya çalıştığımız şey olmuyor hem de kendiliğinden olacak olan bir türlü doğup olgunlaşamıyor.
İşte o noktada anda kalmak o anın farkındalığı içinde bir anlamda “akışta durmak “ önemli. Bunun en temel en sade yöntemi öncelikle nefesimizi takip etmektir. Nefesimiz doğumumuzdan ölümümüze kadar bizimle olan en temel fonksiyonumuz. Kalbimiz atıyor ve nefes alıyoruz bu sayede hayattayız. Kalp atışımızı normal şartlarda net duymamız kolay değil ama nefesimizi gözlemleyip takip edebiliriz. Sakince bir yere oturup aldığımız nefese ve verdiğimiz nefese odaklandığımızda ve her alışverişi yakından takip ettiğimizde zihinde kalamıyoruz ana geliyoruz. Her aldığımız ve verdiğimiz nefesle, bedenimiz de gerçekten var olan her ne ise onunla senkronize olmaya başlıyor. Akışla uyumlanıyoruz.
Anda kalmanın bir başka yöntemi beş temel duyumuza yönelik eylemler yapmaktır. Beş duyumuz görmek, duymak, koklamak, dokunmak ve tat almaktır. Bunlardan en kolay yapabileceğimizi bulup bununla başlayabiliriz. Örneğin bir bahçedeysek kuş seslerine yoğunlaşıp her bir farklı kuş sesini duymaya çalışabiliriz. Bir odadaysak odadaki parlak renkli bir nesnenin içindeki farklı tonlara yoğunlaşabiliriz. Ya da gözümüzü kapatıp oturduğumuz koltuğun döşeme kumaşının dokusu yumuşak mı sert mi onu hissetmeye çalışabiliriz. Burada ana konu şudur: Duyulara odaklanınca zihin o süre içinde devre dışı kalır.
İlişkilerde yapılan en büyük hatalar neler oluyor? Çiftler en çok hangi durumlardan şikayetçi ve neleri tamir etmek istiyor?
İletişimin en temel kuralı iki kişilik olmasıdır. Fakat iki kişinin fiziksel olarak aynı mekanda olması bu temel kuralın gerçekleşmesine yetmez. Örneğin kişi karşınızdadır ama aklı başka yerdedir, sizi gerçekten dinlemiyordur. Burada siz doğal olarak bir boşluğa düşersiniz. Ya da siz karşınızdakini dinlemeden zihninizdekileri söylüyorsunuzdur, yani aslında karşılıklı konuşmuyorsunuzdur. O halde iletişimin temel kuralını yeniden formüle etmenin vakti gelmiş demektir: İletişim iki kişiliktir evet ama ancak anda kalındığında mümkündür. Yoksa oradaki iki birey birbiriyle hiçbir zaman karşılaşamaz, teğet geçer. Zihnimiz varsayımlar ve endişelerle dolu olduğunda andan koparız. Gerçekliğimizi düşüncelerimiz yönetmeye başlar.
Şöyle itirazlar gelebilir: “Aklımızdan hiç mi bir şey geçirmeyeceğiz? Mümkün mü bu?” Buradaki mesele düşünmemek değil. Düşüncelerin sadece birer düşünce olduğunu fark etmek. Onları bir “düşünce” olarak işaretlemek kenara ayırmak. Tekrar ana geri gelmek. Bunu yapmayı gerçekten başarabildiğimizde, o düşüncelerden oluşan sis bulutu kenara çekilebilir ve biz meydana çıkan o pırıl pırıl berrak havada, eşimiz, çocuğumuzu, öğrencimizi gerçekten oldukları şekilde görebiliriz ve bize asıl söylemek istediklerini duyabiliriz. İşte iletişim gerçek anlamda ancak bu noktada başlayabilir.
“NEDEN HAYIR DEMEKTE ZORLANIYORUZ?”
Anda kalmak, aslında duygularımızla yüzleşmekten ve onları doğru bir şekilde karşı tarafa ifade etmekten geçiyor. Ama toplumsal yetiştirilme tarzımız, duygularımızı öteleme yönünde olduğunu düşünüyorum, doğru mu?
Evet haklısınız. Bunun en tipik örneklerinden biri bir şeyi istemediğimizde bile kolay kolay “hayır” diyemememizdir.
“Hayır” diyememek, duygulardan ve hatta kişilikten çok, zihnin bizi şu anki kendi gerçeğimizden koparmasının sonucudur. Mekanizma çok net, çok basittir: “Hayır” diyemeyen kişi, karşı tarafı kırmaktan, üzmekten çekiniyorsa ya da bencil, duyarsız, yardımseverlikten nasiplenmemiş biri gibi algılanmaktan endişe duyuyorsa, aslında geleceğe ilişkin bir korku yaşıyor demektir. Ya da geçmişten taşıdığı korkularını sürdürüyor demektir. Bu gelecek referanslı endişeler ya da geçmişle bağlantılı korkular sürdüğü müddetçe, duygularımızı berraklıkla fark etmek zorlaşır., Duygularımızı “duygu” olarak tanımlamak onların yoğunluğunu ve bizim üzerimizdeki baskısını azaltır. Onları ait oldukları yerde bırakarak gerçekten o anki yapmak istediğimizle ya da söylemek istediğimizle bağlantıya geçmemizi ve “hayır” demek istiyorsak, “hayır” dememizi mümkün kılar.
Duygularımızı çoğu kez analiz edemiyoruz ve çoğu kez pasif agresif ya da agresif tepkiler veriyoruz. Duygularımızı tahlil etmeyi nasıl öğreneceğiz, onların girdabına kapılmadan?
Biraz evvel de belirttiğim gibi, duygularımızı “duygu” olarak fark edip onları ait oldukları yerde bırakabilmek, bizim bir insan olarak, duygu ve düşüncelerimizin çok daha ötesinde ve onları da gözlemleyen bir varlık olduğumuzu hatırlamak onların yoğunluğunu ve bizim üzerimizdeki baskısını azaltır. Bu rahatlama ve sakinleşme, etrafta olan biteni doğru algılamamızı sağladığı gibi, içimizi de daha net olarak objektif bir şekilde gözlemlememizi sağlar. Bu netlikte içimize baktığımızda da duygularımız tek tek kar taneleri gibi net bir şekilde nedenleriyle beraber kendini göstermeye başlar. Bu da bize daha onları anlama ve değerlendirme fırsatı verir.
“İNSANLARI DİNLEMEYİ SEVERİM”
Peki, sizi tanıyabilir miyiz? Hangi koşullar sizi profesyonel koç olmaya itti?
Boğaziçi Üniversitesi Çeviribilim Bölümü’nü bitirdim. Uzun yıllar boyunca uluslararası toplantılarda konferans tercümanlığı yaptım ve aynı zamanda Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak dersler verdim. Tercümanlık mesleğini her zaman severek yaptım. Birbirini dil engelinden dolayı anlayamayan insanları ve grupları birbiriyle yakınlaştırmak bana kendimi her zaman yararlı hissettirdi.
Daha sonra, zaman içerisinde kendi özel yeteneklerimle, “ben” olarak insanlara dokunacağım bir iş istedim. Küçük yaşlardan beri insanları dinlemeyi severdim. Sanırım bundan bu kadar keyif almamın sebebi, ben onları dinlerken, onların uzun uzun kendilerinden bahsetmeleri ve konuştukça, kendi isteklerini ve güçlü yanlarını fark etmeleriydi. İşte bu fark etme anı, bende de bir sevinç yaratıyordu. Yaşamımın bu yeni döneminde, hayatta artık bu şekilde var olmak istiyordum. O yıllarda koçluk oldukça yeni bir meslekti. Bu mesleğin yapmak istediğim şey olduğunu fark ettim. Uluslararası platformlarda saygın bir kurum olan Uluslararası Koçluk Federasyonu ile temasa geçtim. Türkiye'de kendilerinin akredite ettiği okulları öğrendim. Arka arkaya her biri birer yılı kapsayan eğitimleriyle, önce Gestalt sonra da Erickson koçluk okullarını bitirdim. Son 10 yıldır birey ve gruplarla koç olarak çalışıyorum.
Mütercim-tercümansınız ve uzun yıllar simültane tercümanlık yaptınız. Bu tecrübe, anda kalmayı zorunlu kılıyor sanki, bir an bile dalgınlık gösteremezsiniz… Mesleğiniz sizi bu konuda nasıl yönlendirdi?
Çok güzel bir soru. Uzun yıllar simultane çevirmen olarak çalıştım. Bu meslekte anda kalmaktan başka çareniz yoktur. Konuşmacının dilini bilmeyenlere konuşmacının sözlerini anlamlı bir bütün halinde “anında çeviri” ile aktarmalısınız. Bakın bu “an”ında çeviri; neredeyse konuşmacıyla aynı anda. Ama buradaki aynı anda olma hali duyduğunuzu diğer dilde bir papağan gibi tekrar etmek değildir kesinlikle. Tam tersi, konuşmacıyla adeta “an”da bütünleşip, onun orijinal dilde tam ne demek istediğinin ruhuna temas etmek ve bu teması “an”ın içinde diğer dile aktarmaktır. İşte tam da bu yüzden bu meslek ancak zihninize sizi başka yerlere çekiştirme izni vermeyerek yapabildiğiniz, iletişimin ancak bu şartlarda gerçekleşebildiği bir meslektir. Bu yüzden de eski mesleğime, uzun yıllar boyunca bana bu “anda kalma” pratiği yapma fırsatını verdiği için müteşekkirim.