Güncelleme Tarihi:
Hamlet, sinema ve tiyatro tarihinin en çok uyarlanan, tiyatroya-sinemaya aktarılan 3 oyunundan biridir. Danimarka Krallığı’nda geçer. Televizyonu olan herkes “Olmak ya da olmamak işte bütün mesele bu” sözünü bilir, kaynağını bilmese de. Hamlet’in sözüdür bu. William Shakespeare tarafından yazılmıştır. Danimarka Prensi Hamlet’in babası, kardeşi yani Hamlet’in amcası tarafından iktidar hırsı ile öldürülür. Amca kardeşini öldürüp kral tacını almakla kalmaz aynı zamanda Hamlet’in annesi ile de ilişkiye girer. (Bazı versiyonlarda evlenir) Bu ihanetler Hamlet’i delilik eşiğine sürükler ve intikam hırsı ile dolar. Bu arada Ophelia adlı genç bir kıza aşıktır Hamlet...
BUNA BİR TİYATRO OYUNU DENMEZ ASLINDA...
Yüzyıllardır anlatılan Hamlet’in hikayesi böyle. Fakat Zorlu Center Performans Sanatları Merkezi’nde bu hikaye bambaşka bir şekilde, olağanüstü perspektif, gölge, dans, müzik ve kelime oyunları ile anlatılıyor. Daha çok Ophelia ve Hamlet’in aşkına odaklanıyor. The Tiger Lillies, Danimarkalı tiyatro topluluğu Theatre Republique ile sergiliyor gösteriyi. Bir tiyatro oyunu demek zor çünkü müziğin, sirkin, akrobasinin, görsel efektlerin dahil olduğu başlı başına bir gösteri bu.
Danimarka’da yüzyıllar önce geçtiği rivayet olunan bu hikayenin aslında dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir zamanında hatta şimdiki zamanda Türkiye’de geçiyor olabileceğini bile düşünüyor insan.
Hamlet’i farklılaştıran ve sahneyi bambaşka bir dünyaya çeviren The Tiger Lillies ile tanışmıyorsanız onlardan da biraz bahsetmek gerekli. Sonra gönül rahatlığıyla sahne arkasındaki sohbetimize geçebiliriz. Çünkü bu grup hakkında fikir sahibi olmadan izleyeceğiniz gösteriyi anlamak da zor olabilir.
ÇİNGENE MÜZİĞİNİ PUNK’LA BULUŞTURAN GRUP
The Tiger Lillies, 3 kişiden oluşan İngiltereli bir grup. 1989 yılında grubun vokali olan Martyn Jaques tarafından kurulmuş. Martyn, sahnede akordeon çalarken, hiddetli ya da acılı bir şekilde şarkı söylerken ve piyano çalarken göreceğiniz kişi. Hepsi birbirinden ilginç enstrümanlar çalan, hatta testereyi müzik aleti gibi kullanan kişi, 20 yıldır grubun bir parçası olan Adrian Stout. Grubun en genci, davul ve trampet çalan Jonas Golland. Teatral konserleri,
Üçlüyü tam da makyaj yapmaya başladıkları sırada, küçük soyunma odalarında yakaladım. Daha önceden dünyanın her yerinde sahne almış, bol ödüllü, tiyatro oyunları her seferinde kapalı gişe oynayan Tiger Lillies koca bir makyaj ekibiyle hazırlanır diye düşünmüştüm. Türkiye mantığı. Her üye kendi makyajını kendi kendine yapıyordu. “Hadi sormaya başla” dediklerinde ben hipnotize olmuş gibi, yüzlerinin boyalarla değişimini izlemekle meşguldüm.
'HERKES İRAN GİBİ OLMAMIZDAN KORKUYOR'
“Sanırım Türk izleyicisini çok seviyorsunuz” diyerek girdim söze... Adrian “Evet, çok. Daha önce iki ya da üç kez konser verdik burada” derken Martyn “İlk kez yaklaşık 12 yıl önce gelmiştik. Hatta başbakanlık seçimlerinden bir gece önceydi konserimiz. Herkes seçimlerden sonra Türkiye’nin ne kadar değişeceğini konuşuyor, İran gibi olmaktan korkuyordu.” “İran gibi olmadık ama her şeyin çok değiştiği kesin... Son dönemlerde ülkemizde yaşananları da biliyorsunuzdur o halde. Yerli sanatçıların çoğu konserlerini iptal etti. Bu konuda da ikiye ayrıldık. Kimisi müzik susmasın derken kimisi tamamen susmalı diyor... Siz ne düşünüyorsunuz?” Hepsi ayrı ayrı söz alsa da sonuçta aynı cevabı verdi: “Tabii ki ölenlere, yas tutanlara, geleneklere saygısızlık yapmak söz konusu bile olamaz. Ama sahnelenen her şey, her müzik, genel olarak sanat sadece ‘eğlence amaçlı’ değildir. Mesela bizim gösterimizde eğlenceden başka her duygu var!”
NEDEN HER ŞARKIDA ÖLÜM VAR?
Bunun üstüne sormamın kaçınılmaz olduğu soruyu soruyorum. “Şarkılarınız klasik aşk şarkıları değil. Neredeyse her şarkınızda ölüm teması var. Ölümle ilgili sizi bu kadar çok büyüleyen şey nedir?” Şarkıları yazan ve besteleyen kişi Martyn olsa da önce Adrian cevap veriyor: “Çünkü ölüm evrensel.” “Ama” diyorum, “Aşk, sevgi de evrensel.” Cevap geliyor: “Şu var; herkes ölüyor ama herkes aşkı yaşamıyor.” Bunun üstüne grubun en genç üyesi, Jonas sözü alıyor. “Ben buna katılmıyorum. Sevginin çok daha evrensel olduğunu düşünüyorum” dese de konuyu Martyn kapatıyor: “Aslında sadece ölümle ilgili şarkılar yapmıyoruz ama nedense herkesin dikkatini en çok onlar çekiyor çünkü dünyada yeterince aşk şarkısı var.”
Bu sözün üstüne aklıma oyundaki şarkılardan birinin sözleri geliyor: “Dünya düşüncenize göre iyidir ya da kötüdür. Bana göre zindandır” diyen şarkı sözü...
Onların sahneye taşıdığı Hamlet, daha çok Ophelia (Nanna Finding Koppel) ve Hamlet’in (Caspar Phillipson) aşkını anlatıyor. Ya da belki de daha çok iktidar hırsını, açgözlülüğü, ikiyüzlülüğü ve bunun masum insanlara ettiklerini...
“Boylayacaksınız mezarı/İktidar arzusu böyle bozar adamı/Boylayacaksınız kara toprağı/Böyle yakarlar koca dünyayı” sözleriyle başlayan oyun, “Hiçbir yağmur, hiçbir sabun temizleyemez kanlı ellerimi.” diyerek anlattıkları hikayede, Hamlet ve Ophelia’yı sahnede hıçkırırak ağlarken izlemek insanın kalbini parçalıyor. Öyle can acıtıcı danslar ve öyle gerçekçi hıçkırıkları var ki tüm o ışık-gölge oyunlarına, efektlerine mi yoksa duygulara mı alkış yollamalı anlayamıyorsunuz.
İŞSİZKEN İŞSİZLİK MAAŞIYLA YAŞAYAMAZSIN!
Çok eğlenceli bir melodi eşliğinde dünyanın en acılı sözlerinden, en evrensel hikayelerinden biri sergileniyor ilk yarıda. İkinci sahnede ise sözler de daha sertleşiyor, müzik de, duygular da. “Cinayet bu işin şanından, or.spu şaşmamalı oyunundan/Her birimiz or.spuyuz, budur ortak ünvan” derken Martyn koltuğumuza gömülüp tiyatronun ve müziğin gücünü “Bir insan balığa yem yaptığı solucanı da yer balıkla birlikte/Bir kral bir dilencinin midesinde de yurt gezisine çıkabilir” sözleriyle iliklerimizde hissediyoruz.
Kulise, soyunma odasına geri dönersek; eski günlere dönüyor sohbetimizin konusu onların makyajı bitmeye başlamışken. “İlk günlerin heyecanını ve bilinmezliklerle dolu olmasını özlüyorum” diyerek anlatıyor Martyn. “O zamanlar Londra’da çok fazla sahne alabileceğimiz yer yoktu ama olanlar da çok iyiydi. İşsiz olan yüzlerce sanatçı vardı. Fakat devletin işsizlik maaşı ile hayatlarını geçindirebildikleri için müzik yapabiliyorlardı, sanatlarını icra edebiliyorlardı. Devlet, sanatçının bilinçsiz ve gizli sponsoruydu.” Diyor Adrian. Türkiye’de yeterli sayıda sanatçı olmamasının nedeni de bir noktada ortaya çıkyor. Çünkü işsizsen işsizlik maaşı ile yaşayamazsın! İşin varken bile yaşamak alabildiğine zorken...
'HER ŞEY DAHA KOLAY AMA O HIRSI ÖZLÜYORUM'
“Ben aynı anda 3 işte çalıştığım zamanları hatırlıyorum. Hiçbir şey kolay olmadı ama heyecanlıydım, gençtim. Hırslıydım. Şimdi her şey daha kolay ve o hırsı özlüyorum” derken Martyn, beni yanına çağırıyor. Aynada kendimize bakıyoruz. Onun bembeyaz boya ile kaplı yüzü benim heyecandan kızarmış yüzümle tezat oluşturuyor. “Sesini yükseltebilir misin” diyor. “Evet ama önce şu siyah boyanızla dudaklarımı boyamak istiyorum” diyorum. “Al istediğin gibi kullan ama yoğun sür ki rengi belli olsun” diyor. Dudaklarım siyahlaşınca beyaz boyayı uzatıyor. “Sadece onunla olmaz, beyazla yüzünü istediğin gibi boya. Kat kat sür” diyor. Onun sürdüğü şekilde burundan başlıyorum. “Bir Tiger Lillies üyesi oldum” diye heyecanla bağırdığımda Jonas elinde boyayla geliyor, “Öyle yetmez, gözlerini de benimki gibi boyayalım” diyerek gözlerimi de siyaha boyuyor.
“Birlikte çalıştığınız palyaçolar sizin hakkınızda ne düşünüyor” diye soruyorum, “Bir tanesi bana ‘Süper Palyaço’ diyordu hatırlıyor musun Adrian” diyerek Adrian’a dönüyor. “Evet, evet. Birlikte çalışmak çok güzel oluyor palyaçolarla.” “Peki çingeneler sizin müziğiniz için ne düşünüyor? Sonuçta Romanya, Yunanistan gibi ülkelerde konser verdiniz, karşılaşmışsınızdır...” Yine Martyn cevaplıyor; “Yunanistan’da bir çingene bandosu ile birlikte çalmıştık onlar da bize ‘Süper Çingeneler’ demişti!” Sonuç olarak evet, süperler.
‘ÇALMIŞ HAYATIMIZIN BİR BÖLÜMÜNÜ BİR HIRSIZ’
Oyunda söyleyecekleri “Birkaç dakikalık mutluluk/İşte bütün hayal edebileceği bu” sözleri aklımda, gülümseyerek vedalaşıyorum grupla.
Koridorda oyuncular var. Tarantino’nun dövüş sahnelerini, Murakami’nin sözlerini aratmayan sahneler başlamadan önce, tuhaf tuhaf sesler çıkararak dolaşıyorlar. Ses alıştırmaları yapıyorlar.
Ölen Ophelia’nın ardından söyleyecekleri “Ama kavuşacağız bir gün bir yerde/Çalmış seni bir hırsız/Çalmış hayatımızın bir bölümünü bir hırsız” sözleri duyuluyor bir yerlerden.
Sahnede iktidar hırsıyla gözü dönmüş Danimarka Kralı Cladius’u canlandıran Zlatko Buric, koridorda gömleği açık, koca göbeği ortada, gülümseyerek yürüyor. “Çalıyorlar seni kaval gibi/Oynuyorlar üstünde açgözlüler” diyen şarkı söylenirken o yürüyüşü geliyor aklıma.
Bu arada oyunda, kraliçenin daha doğrusu “Yaşayan kerhane” olarak adlandırılan Kraliçe Gertrude, (Charlotte Engelkes) kadınlara öğütleri de var: “Krallarla yatınca önünüze serilir elmaslar, inciler. Yani kızlar 10 bin adam yerine 2 kral tavlamak yeğdir.”
120 dakikalık, 2 perdeden oluşan oyunda tabii ki fotoğraf çekmek yasak. (Ve tabii ki Türk halkı bunu umursamıyor.) Ama her bir 60 dakika boyunca aslında insanın aklına telefona bakmak gelmiyor. Öylesine soluksuz izleniyor oyun.
‘KİMSE GÖRMEZ SENİ BOĞARKEN ACIN, TEK BAŞINASIN’
Ölenlerin söyleyebileceği en güzel sözler söyleniyor sahnede “Anlat beni, anlat haklı olduğumu kuşkusu kalanlara” sözleriyle. “Bir gün biz de katılacağız sana. Şu an cenazende dua eden herkes” diye devam ediyor oyun, sona gelirken.
Çıkışta Tiger Lillies albümlerini imzalıyor, herkesle tek tek fotoğraf çektiriyor. Albümleri sizde yoksa telaşlanmayın, PSM’deki standda satılıyor.
Kulağımızda “Bunların hepsi hüzünlü bir oyun/Yoktur hiçbir anlamı...” sözleriyle geceye karışıyoruz. “Her birimiz orospuyuz, budur ortak ünvan...”