Güncelleme Tarihi:
Hollywood’un en karanlık ruhu ve en güneşli yüzüyle görüşeceğiz. Sabahın erken saatlerine rağmen, üzerinde her zamanki jilet takımı, saçı her zamanki kusursuz dağınıklıkta, elinde kahvesi, Hollywood ikonu Chateau Marmont otelinden içeri giriyor, onu bekleyen 4-5 gazeteciyle buluşmak için her zamanki süitine çıkıyor. O meşhur sinema diline tamamen ters bir gülümseme eşliğinde takdim ediyor kendini: “Merhaba, benim adım David...”
Hayatını Los Angeles’ta geçiren, kentin ürkücü psikolojisini filmlerinde göstermekten çekinmeyen bir yönetmenle buluşma noktasının meşhur Chateau Marmont olması tesadüf değil. Burası hem bir Charles Bukowski romanı, hem bir Lana Del Rey klibi. Her oda, her köşe farklı dönemden farklı bir ikonun hikâyesi: F. Scott Fitzgerald’ın sayısız Hollywood yenilgisi sonrası lobide kalp krizi geçirmesi, James Dean’in ‘Asi Gençlik’ filmindeki rolü kapacak diye yönetmeni etkilemek için çaprazımızda kalan camdan kendini aşağı atması, John Belushi’nin havuzun bitişiğindeki ‘Bungolow 2’de yüksek dozda uyuşturucudan ölü bulunması... Tüm bunlar, bu otelde gerçekleşti.
KARANLIĞA DUYULAN MİNNET
Lynch’in kafasında dolaşanları yakalamak güç. Tüm düşüncelerini, kelimelerini süzüyor. Verdiği her yanıt, küçük, belki birkaç saniyelik bir meditasyon seansının ürünü. Sorunuza yanıt verirken gözleri kendiliğinden kapanıyor, ellerini hareket ettirerek, sanki parmaklarıyla cümlesine son şekli verircesine konuşuyor. David Lynch bu. İzleyicisini hep rahatsız etti, kafasını karıştırdı; tek başına gitmekten çekindiğiniz en kuytu köşelerde sizi saatlerce karanlıkta ve yalnız bırakmakta sakınca görmedi. Karşısında kurduğum ilk cümlede, ‘Kayıp Otoban’ı izledikten sonra üç gün ortalıkta sebepsiz bir karartı halinde dolaştığımı, anlayamadığım bir karanlığın içinde, kendimi gömülü bir şekilde hissettiğimi yönetmenle paylaşıyorum. Yüzünde muzaffer bir ifade: “Bunu duyduğuma çok minnettarım.”
Geçen sene BBC’nin yaptığı ‘21’inci yüzyılın en iyi filmi’ anketinden birinci çıkan ‘Mullholand Çıkmazı’ sonrası bir uzun metrajlı film (‘Inland Empire’, 2006) daha çekti, gerisi gelmedi. 11 yıldır sinemadan uzak, dönmeyi de düşünmüyor. Kararı, aynı zamanda değişen sinema diline ve dünyasına dair de çok şey söylüyor: “11 yılda dünyada her şey çok hızlı değişti ve buna sinema da dahil. Başyapıt niteliğindeki filmlerin izlenmediğine tanık oldum. Uzun metraj filmlerde işleyen, gişe getiren başka bir formül var artık ve bu benim hemfikir olduğum bir sinema anlayışı değil. Bir yandan da hep üretmekle meşgulüm; resim, heykel, müzik ve başka şeyler yapıyorum.”
Bugünkü sinema dünyasının ona göre olmadığını anlatmaya devam ederken sesi gayet tok. Belli, kimseye dargınlığı yok: “Diyelim, elinde altın yumurtlayan bir kaz var. Bir gün biri gelip, ‘Artık bu kazı kesmen gerekiyor’ diyebilir ve her an hem kazından hem de altınlarından olabilirsin. İzahat yerine duyacağın da sadece birkaç mırıldanma olabilir. Sorun değil, çünkü gerçekten sorun değil. Hayat bu, ‘olur öyle’ demeyi öğrenmelisin.”
LAURA PALMER’I KİM ÖLDÜRDÜ?
Küçük bir kasabanın tuhaf karakterlerini ve insan zihninin zifiri köşelerini anlatmak için ortaya atılmış basit bir ‘cinayet dizisi’ sorusuydu aslında bu. Lynch’vari bir yaklaşım sayesinde, popüler kültürün en gizemli ve kült sorusuna dönüşmesi pek uzun sürmedi. ‘İkiz Tepeler’in üzerinden 26 yıl, 35 bölüm, birkaç belgesel, tepeleme analiz kitapları ve bir uzun metraj film geçti, bu soru hâlâ güncelliğini yitirmedi. Dizinin yeni bölümleri hakkında konuşmamaya zaten yeminli, “Nasıl tuttu” sorusunaysa hayat dersi niteliğinde bir yanıtı var: “Belli bir kural yok. Olmamalı da. Okullar, kitaplar size belli bir formül dayatmaya çalışır. Yanlış bir yöntem. Hayatta her şeyi belirleyen, dikte eden fikirdir. İyi bir fikir hediye gibidir, bir anda gelir. Sana sadece âşık olduğun fikrin peşinden gitmek düşer.”