Güncelleme Tarihi:
Dünyanın her tarafındaki havaalanlarına ilişkin yıllara yayılan gözlemleriniz var yeni kitabınızda. Türkiye’dekiler için ne dersiniz? Bizi yansıtıyor mu havaalanlarımız?
- Hem evet hem hayır. Manevi tarafımızı yansıtıyor çünkü birçok yerden farklı olarak insan halinden anlayıp yardım etme gayretimiz var. Fakat öbür taraftan da Amerikanlaşmamız var. Yani karşındaki kim olursa olsun kaideleri körü körüne uygulamak var. İkisinin bir karışımıyız şu anda.
Nasıl bir karışım bu?
- Hem insan hem otomat! Robotlaştıkça kendisini çağdaş hissedenler var aramızda. Çünkü kuralların yarım uygulandığı bir ülkedeyiz. Bunlardan şikâyet ettiğimiz için, kuralları katı katı uygulamak da bir çağdaşlaşma işaretine dönüşüyor.
Eskiye oranla bir değişim var mı peki havaalanlarımızda?
- Hem de nasıl! Basit bir örnek vereyim: Eskiden Almanya’ya giden işçilere çok kötü davranılırdı bizde; çünkü onlar köylüydü! Havaalanındaki görevliler sınıf farkının baskısını hissettirirdi. Zamanla o görevliler de o işçilerin çocukları haline gelince, şehirli bir sınıf olarak belirince, sınıf farkı da kalktı. Aynı geçmişten gelen kişiler olarak çok daha insanca davranmaya başladılar birbirlerine.
Havaalanlarını mimari olarak pek benimsemediğinizi anladım yazdıklarınızdan. Oysa birçok havaalanı gerçekten ‘havalı’; dünyanın en ünlü mimarlarının elinden çıkma projeler...
- Ama sonuçta birer alışveriş merkezi olarak tasarlanıyorlar. Ünlü mimara havaalanı tasarlatmak için uçuk bütçeler vermek gereksiz bir şatafat.
Peki nasıl olmalı?
- İdeal havaalanı seni A noktasından B noktasına güzel bir ortamda, en pratik şekilde getirendir. Ama bunu becerebilen çok az.
Siz hangilerini beğenirsiniz?
- Ankara Esenboğa ferah bir havaalanıdır, severim. Boston’daki Logan çok kullanışlıdır. Londra’daki Stansted de ele avuca gelir. Çünkü otomobilden inip uçağa binmeniz arasındaki mesafe çok az.
Küçük havaalanları daha güzel görünür bana. Katılır mısınız?
- Güzeller evet çünkü mahalle gibiler. Havaalanlarında çalışanlar, bölgeden olan kişiler. Sizi evlerinde ağırlıyor hissini veriyorlar. Büyük şehrin anonim insanı size olan muamelesinde daha da anonimleşiyor.
Hiç beğenmedikleriniz?
- New York’taki JFK ve Londra’daki Heathrow. Çünkü çok yürütüyorlar sizi. Esasında yürümeyi unuttuk. Türkiye’de de böyle. Birisine gidin “Şuradan şuraya kaç dakika yürürüm” diye sorun; doğru bir yanıt alamazsınız… Böylece hem yürüyüp hem panik yaşıyorsunuz. İşaretlemeler hiç işe yaramıyor. Kapanda yolunu şaşırmış fareler gibi dört dönüyorsunuz.
ÖLÜM KORKUSU DİLLERİ GEVŞETİYOR
Arnavutluk’taki Maria Theresa Havaalanı’nda halen zengin fakir iç içe oturulduğunu yazmışsınız. Yeni localarla sürekli derinleşen bir sınıf ayrımı var mı?
- Sınıf ayrışması artık ciddi anlamda derinleşti. Parayı basan, artık pasaporttan bile daha hızlı geçiyor. Sonuçta havaalanlarını işleten özel teşebbüs. Onun gayreti de maksimum parayı kazanmak. O gayret pasaport eşitliğini ortadan kaldırıyor. Sadece uçakta birinci ve ikinci sınıf mevki yok; havaalanlarında da birinci veya ikinci sınıf vatandaşsın. Havaalanlarını devlet işletirken statüler eşitti ama şu an devletin şirketleşmesinin en belirgin yeri havaalanları.
Uçak beklerkenki hallerimizi ayrıntılı tarif etmişsiniz; en belirgin halimiz nedir peki?
- Etrafta tanıdık kimse olmamasının getirdiği bir özgürlük var. Yolda sansür kalkıyor, rahatlama başlıyor. Yanınızdaki adama karınızla ilişkinizden bile bahsedebilirsiniz; “Evlilik işte böyle bir şey, sen ne dersin” diyebilirsiniz... Amerikan Elçiliği’nde çalışan bir genç bana CIA’in Şili’de Pinochet’ye darbe yaptırdığını daha o günler henüz yaşanmışken anlatmıştı. Havaalanlarında daha içten konuşuyorsunuz.
Neden?
- Çünkü ölüm korkusu dilleri gevşetebiliyor.
Yazdıklarınızdan anladığım, cinsel enerji de havaalanlarında daha belirgin hale geliyor.
- Şöyle diyelim: Mekân dışına çıkınca bütün duyular daha hassas vaziyette. Cinsellik de dışarıdayken en aktif hale gelen dürtülerden. Kadın için de erkek için de… “Bana bakacaklar mı” hissi yaşanıyor. Ayrıca kimsenin kimseyi bilmediği bir ortamdayken, kişi birisine baktığının görülmesinden bile çekinmiyor. Mahalle baskısı yok. Cinsel dürtülerimiz bu yüzden uyanık.
BARİ SANATÇILAR PARA KAZANSIN
Havaalanlarında müzeler kurulmasını, sergiler düzenlenmesini öneriyorsunuz. Nasıl işleyecek bu?
- Genç sanatkârları, müzisyenleri, tiyatrocuları düşünün. Kendilerini tanıtabilecekleri, işlerini sergileyebilecekleri çok az yer var. Havaalanları işte bu açıdan ideal mekânlar. Beklerken aynı gazeteyi iki defa okuyan, usandığından durmadan birbirine göz gezdiren insanlar var oralarda. Hiç değilse sekiz-on kişilik sinema salonları neden yapılmasın? Atatürk Havalimanı’nda mesela dört bir yana kulaklıklar konsa, isteyen Türkiye’den müzikler dinlese... Dinlediklerini beğenenler gidip o albümleri satın alsa...
Güzel ama mümkün mü acaba fiziken?
- Mümkün elbette. Duvarlar hep ilân dolu. Çünkü havaalanı şirketi her santimetrekareden para kazanmak istiyor. Bir duvarda da resim olsa, ne olur. Türkiyeli ressamların resimleri... Onlar satılsın, sanatçılar bari oradan para kazansın...
O kadar para dökülen ülke tanıtımına, marka değerine de katkısı olur belki…
- Türkiye’nin kültürünü tanıtmak için milyonlarca dolar harcanıyor madem, milyonlarca insanın gelip geçtiği havaalanları neden kullanılmasın? Panoları devlet kiralasın, ülke kültürünün reklamını yapsın. Le Monde’da , New York Times’da bir yazı, bir reklam çıkartmaktan çok daha ucuza mal olur hem.
Kitapta sadece ülke tanıtımından değil; havaalanlarına insanları eğlendirecek mekânların eklenmesinden de söz ediyorsunuz...
- Bir konser salonu neden olmasın? Mesela yeni başlayan bir piyano modası var; isteyen oturup çalıyor. Napoli Havaalanı’nda gördüm, birisi çaldı, başına toplandılar; şarkı söylediler. O gün orada o müzik aceleyi öldürdü; bambaşka bir ruh hali yarattı.
Sosyallik de yaratmış belli ki.
- Hem de nasıl! Düşünün, hiç tanımadığınız insanlarla şarkı söylüyorsunuz.
GÜZEL GÜNLER GÖRECEĞİZ ÇOCUKLAR
Kitaptaki havaalanı gözlemlerinizden yakın tarihli olanlar, diğerlerine göre bir tık daha karamsar. Sebebi nedir?
- Karamsar olduğumu mu hissettiniz? Umarım öyle değilimdir. Tam aksini düşünüyorum. Olayların yükünü, acısını sırtlanıyoruz ama bu günler benim için yeni doğacak bir dünyanın habercisi biraz da. Her şey aslında orta sınıfın yıkılma sürecine girmesiyle ilgili.
Nasıl?
- Şöyle düşünün: İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hayatlarımızda bir zenginleşme oldu. Evlerimiz oldu; mutfaklarımıza buzdolapları koyduk; seyahat imkânlarımız arttı. Çocuklarımız bizim okuyamadığımız okullarda okumaya başladılar; geleceklerine güvenle baktılar. Tüm dünyada, mutasyon olarak gördüğüm özel diktatörlükler dışında, gidişat bu yöndeydi. Bu sarsıldı şimdi; insanlar geleceğe güvenle bakmıyor. Bu dünyadan şikâyetçi olduğumuzun bir belirtisi bu.
Sadece ekonomik bir çöküş mü bu?
- Hayır, her şey var. Ekonomi, savaşlar... Haberde, sanatta, reklamlarda, mesleklerde yozlaşma... Her şeyin satılık olması. Paranın tanrılaşması. Demokrasinin iflasa doğru gitmesi. Partilerin, şirketlerin kuklası haline gelmesi. Özellikle ABD’de son seçimler, bunu çok iyi gösterdi. Şirketlerin devleti haline geldi ABD; şirket temsilcileri de bakan oldu. Bunun farkındayız artık. Ama bir yandan da şu var: Farkındalığımızın artması, dünyanın değişebileceğini de gösteriyor.
Tüm olumsuzluklara rağmen mi?
- Evet, olaylar kötü ama onların kötü olması, benim iyimserliğimi arttırıyor. Çünkü kötü olayları da daha çok paylaşıyoruz. Eskiden kötü ve iyi arasında bölünürdük. “Sana göre kötü olan, bana göre iyidir” derdik. Şimdi, siyaset ötesi, parti bağlılıkları ne olursa olsun, ortak şikâyetlerimiz var. Savaştan, çocuklarımızın geleceğine umutla bakmamamızdan, ekonomik sıkıntılardan, küresel ısınmadan, hayvanlara kötü muamelemizden kaynaklanan ortak bir küresel bilinç gelişiyor. İşte bu yeni ve daha vicdanlı, daha demokrat bir dünyanın habercisi.
Umutlusunuz o halde...
- Tabii ki umutluyum. Dünya son bir kriz yaşıyor. Özellikle küresel ısınma tehlikesinden sıyırabilirsek, nükleer silahların baş ucumuzda durması meselesini çözebilirsek, dünyayı patlatmadan bunu atlatabilirsek Nazım Hikmet’in söylediğine geleceğiz: “Güzel günler göreceğiz çocuklar...”
İNSAN RÜYASINI NEREDE GERÇEKLEŞTİRİYORSA ORADA YAŞAMALI
Biraz gündem üzerine konuşalım. Müfredatta ciddi değişiklikler var; ‘evrim teorisi’ çıkarılıyor mesela. Ne dersiniz?
- Ankara’dan dünya bilim alemine seslenenlerin, türlerin kökeni senaryolarında Nuh’un gemisini Ağrı Dağı’nın tepesinden kızaklarla yürütüp Kanal İstanbul’da yüzdürme projeleri olduğunu sanmıyorum. Gene de okullarda çocukların güvenini yitirecekler.
Terörizm korkusuyla insanlar kabuklarına çekiliyor. Bu sıkıntıları nasıl atlatabiliriz?
- Yeni tür bir dünya savaşı içinde yaşadığımızı anlamamızı tüketim çılgınlığımız engelliyor. Barış çağrılarımızı seslendirmek yerine savaşa boyun eğdikçe herkesten çok biz kendimizi terörize ediyoruz.
Birçok insan yeni ülkelerde bir gelecek kurmayı planlıyor ya da imkân arıyor. Doğru bir tutum mu sizce?
- Rüyalarımızı en iyi şekilde gerçekleştirme, yeteneklerimizi geliştirme olanağımız nerede varsa orada yaşamalı. Ulusal sınırlar çağdaş insan için çok dar olmaktan öte; milliyetçiliği de körüklüyor.
SEYAHAT EDERKEN AVA ÇIKMIŞ GİBİYİZ
Yazar Italo Calvino’nun ‘Kum Koleksiyonu’ isimli kitabında henüz okumuştum; sizin kitabınıza denk düştü: “Yolculuk etmek anlamaya yaramaz ama insanın bir anlığına gözlerini yeniden kullanmasına, dünyayı görsel açıdan yorumlamasına yarar.” Siz ne anlıyorsunuz yolda olmaktan?
- Bence mekân değiştirdiğimizde, evrimsel olarak teyakkuz halindeyiz. Yani ava gitmiş konumdayız. Havaalanında da aynı. Kalıtımımızda böyle bir koşullanma var. Duyularımız hep teyakkuz halinde. Sesler, kokular, renkler… Hep gördüğün bir billboard reklamına ilk defa görmüş gibi bakabiliyorsun. Yani evrimsel bir süreç bu.