Güncelleme Tarihi:
Hrant Dink, “Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler. Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce” diyordu “Ruh halimin güvercin tedirginliği” başlıklı yazısında. Hayko Bağdat’ın İnkılap Yayınları’ndan çıkan yeni kitabının ismi ise Salyangoz.
Bu benzeşmede, yani bu iki insanın kendini iki hayvana benzetmesinde bir şey var. İnsan malum, kendini matah bir şey zannediyor. Şişiniyor, övünüyor, pata pata göğsüne vuruyor, tükürük saça saça, “Beeen” diyor. Masaya küüt diye yumruğunu vuruyor. Yazık.
Fakat hayvanlar öyle değil. İnsanı utandıracak kadar güzeller. İyi ve akıllılar.
Ama işte insan bunu görmüyor, bir hayvana benzediği oranda temizleneceğinin farkına varamıyor. Azcık benzese bir sokak köpeğine günahsızlaşacağını bilmiyor. Kedi gibi takılsa mutluluğa ereceğini düşünemiyor. Kimse güvercin olmak istemiyor, salyangoza burun büküyor. O yüzden bu benzetmede, kitabın adında da, Hrant Dink’in güzel lafında da bir şey var. Çoğunluğun sevmediği şeylerin birbirini anlama hali belki… Kendi sınıflarında dışlanan iki çocuğun bahçede birbirini bulması gibi.
Hayko Bağdat da çocukluğundan başlayıp bugüne gelene dek yaşadığı bu iyi kötü, acı tatlı hikâyeleri anlatırken zaten hayvanları ne kadar sevdiğini de yazıyor hep arada. Kedili bir ev mesela. Hayvanlara neredeyse âşık bir abla.
GÜVERCİN VURAN ÇOCUKLARI SAPANLA KOVALAMA...
Kurtuluş’ta, Ergenekon Caddesi’nde başlıyor hikâye. Anne Rum, baba Ermeni. Etrafta tam olarak adı koyulamayan bir gerginlik var. Bir çocuk olarak konuşmaktan evvel susmayı öğrenmesi gerekiyor. Ve bu hiç hoşuna gitmiyor. Çünkü devamlı soru soran bir çocuk: Silva, adını soran askere neden “Ayşe” dedi, Kutsal Meryem ve İsa dışarısı için neden tehlikeli, babam lağım kanallarından insan kaçıran Agop’un hikâyesini anlatırken annem neden onu susturuyor, en önemlisi de Sadri Alışık’ı ne yapacağız? O bizden mi ötekilerden mi? Ne, ötekilerden mi? Sadri Alışık Ermeni değilse o zaman ben de değilim.
O kadar güzel anlatıyor ki Bağdat, bir çocuğun gözünden Türkiye’de Ermeni olma halini. Üstelik bir yanıyla da başka bir azınlığa mensup olmanın getirdiği ikiye bölünmüşlük durumu var. Bağdat’ın annesi Rum. Ve Rumların kentsoylu olma halinden dolayı Ermenileri pek sevmediğini düşünüyor.
Kurtuluş’ta geçen çocukluktan sonra Ada’da geçen ilkgençlik hikâyeleri alıyor sırayı. Kınalıada’da. Burası, İstanbul’un her türlü tehlikeyi barındıran sokaklarına göre daha korunaklı bir alan bir salyangoz için, azınlık olma halini her dakika hissettirmeyen bir yer neticede.
Ada’da birbirinden ilginç karakterler var. Denizin tuzu bitecek diye, denize paket paket tuz atan deli Ali, Heybeliada Ülkü Ocağı Başkanı, aynı zamanda Deniz Gezmiş’in öz yeğeni Lütfi, Mimoza’nın yıldızı güzel sesli Mino, kendini zabıta zanneden, adalıların da peki öyle olsun der gibi ona beyaz bir kostüm ayarlayıp Süreyya… Hepsi ayrı bir hikâye… Ve Hayko Bağdat hepsini çok güzel anlatmış, çok güzel anmış.
Her zaman söylediği bir şey var yazarın. O hiçbir zaman iyi bir Ermeni, iyi bir Hıristiyan olmak için çabalamamış. Gelenekleri sevmiş ama o tarafınkini de bu tarafınkini de anlamaya çalışmış.Daha çocukken Müslüman arkadaş edinmekten pek çekinmeyen bir Ermeni olmuş. Çok sevdiği arkadaşı Adalı Bülent ölünce cenazesini cami avlusunda, iki Ermeni arkadaşıyla o beklemiş. Cenaze namazı diye Cuma namazını da kılmış. Ama hep bu acemi halleriyle hem de durumun absürdlüğüyle dalga geçmesini de bilmiş. Kitapta mealen diyor ki, fena mı oldu, hem biz iki kere sevap kazandık hem de Bülent’in ruhuna fazladan dua gitti. Arapça, Türkçe, Ermenice fark etmez…
“HAYATIMIN İKİNCİ YARISI”
“Benim eğlenceli, yalnız, kalabalık, korumalı, korumasız çocukluğum bitti. Hoyrat, öfkeli ama her zaman neşeli ilkgençliğim. Anladığım sandıkça karışan, çelişkilerle tanışan gençliğim. Bitti. Hayatımın ikinci yarısı başlayacak şimdi. Kitaptaki ikinci yarısı… Yok, hayatımda da öyle” diyor Bağdat kitabın ikinci yarısına başlarken. Bundan sonrası karanlık, çocukluk hikâyelerini anlatırken kullandığı eğlenceli dil yok artık. Hrant Dink’in öldürülmesiyle başlayan süreç onu da çok değiştiriyor. Ölüm haberini aldığı andan, cenaze gününe, Hepimiz Ermeniyiz sloganının aslında ne demek istediğinden, sürekli panellere koşuşturan biri olarak “Ermeni lazım” kategorisine girişine pek çok şeyi hüzünlü bir dille ama umudunu da koruyarak anlatıyor.
Öyle olmasa, çocuklarımıza ne diyeceğiz, onlara ne anlatacağız çünkü diye düşünüyor. Çocuklara borcumuz var. Bu ülkeyi daha iyi bir yer yapmak zorundayız. Yoksa zaten niye bunca çaba. Bir söyleşisinde de Bağdat benzer şeyleri söylemiş: Ben Ermeni meselesini çözmeye çalışmıyorum ben bu ülkeyi daha iyi bir yer haline getirmek istiyorum.
Hrant Dink’le beraber Ali İsmail Korkmaz’ı da Berkin Elvan’ı da anarak, bu ülkede bir ucundan azınlık olan herkesi işin içine katarak konuşuyor. Ve soruyor. Biz, azınlıklar olarak hikâyelerimizi anlatıyoruz ama şu da kıymetli bir soru: Size ne oldu? Bütün bunlar olurken size ne oldu? Azınlıklara zulmedenlere değil ama bunu gören, izleyenlere, komşusunun evi yağmalanırken o sesleri dinleyenler ne oldu? İçlerinde ne kırıldı, ne azaldı, ne çoğaldı, ne değişti? Zulme karışmasa da, karşı da çıkmayana, çıkamayana ne oldu?
Hayko Bağdat, çok iç acıtacak, can sıkacak meseleleri tatlı tatlı anlatmış. Yaralarına bakıp gülümsemeyi tercih etmiş, kimseye “Sen de aynı acıyı gör” dememiş. Bir de bunların, Kaf Dağı’nın ardında bir yerlerde yaşayan hiç görmediğiniz, bilmediğiniz insanların değil bizzat komşunuzun, arkadaşınızın hikâyesi olduğunu çok iyi hissettirmiş. Bakkala gitmek, portakal tarttırmak, ezanı duymak gibi. Burasıyla ilgili. Tarlabaşı’nda patrikle rakı içen, Nâzım Hikmet kitabını iade etmek zorunda kalan, karma evlilikten korkmayan, çocuk büyüten, büyüyemeyen çocuklara üzülen bir kitap bu. İyi okumalar.
SALYANGOZ
Hayko Bağdat
İnkılâp Yayınevi
2014, 128 sayfa, 14 TL.