Ceren ŞEHİRLİOĞLU
Oluşturulma Tarihi: Eylül 20, 2014 01:17
‘Benim Adım Gültepe’ bugüne kadar TV dizilerinde izlediğimiz tüm klişeleri yıktı. O yapay hikâyelerden kötü bir rüyaymış gibi uyandık. Öyle gerçek bir yere indik ki, bundan sonra hiçbir şey aynı olmayacak; olmamalı da!
İnsan ülkesinden uzak olunca anlıyor. Bizi biz yapan şey kedermiş. Dünyanın hiçbir yerinde bulunamayacak biricik bir duygu bu. Göğsümüzde taş gibi oturuyor. Utançla, korkuyla, çaresizlikle, eziklikle, acıma duygusuyla ve acımasızlıkla, şefkatle ve şiddetle beslenen keder başka kimsede yok. ‘Efkar’ ve ‘keder’ sadece bizim bildiğimiz, birbirimizin gözüne bakınca anlayıverdiğimiz iki şifreli kelime gibi. İşte ‘Benim Adım Gültepe’nin yakaladığı da bu benzersiz hissin ta kendisi. Melankoli, dram, acı, talihsizlik filan değil. Keder. Tüm sahiciliğiyle, çırılçıplak, insanı mahvedecek kadar gerçek.
Hep konuşuyoruz. Yabancılar ne biçim karakter kurguluyor, nasıl nefis senaryo yazıyor, ne temiz çekiyor diye ağzımız yırtılacak övmekten. Ama belki de tek yapamayacakları şey ‘Benim Adım Gültepe’nin becerdiği iş. Hiçbir Amerikan dizisinde rastlayamayacağımız, yalnızca bizim tanıdığımız bir ruh halini kavrayabilmek. Bu duyguyu seyirciye vermek de kolay değil. Elinizde klişeye kaymaya müsait onlarca araçla hikâye anlatmaya çalışırken, böylesine su katılmamış incelikte sızıyı ekrandan süzmek Los Angeles stüdyolarına da nasip olmuyor çoğu zaman.
GENÇ OYUNCULAR MUHTEŞEM
‘Benim Adım Gültepe’ sayesinde nihayet uyuduğumuz yalan bulutundan acı hakikatlerin dünyasına indik. Her dizide kıyısı köşesi makyajlanarak yeniden dolaşıma sokulan holding binalarından, mermer merdivenli yalılardan, neresi olduğu belirsiz, kişiliksiz İstanbul sokaklarından çıktık. Taksiyle içinden geçerken şoförün kapı kilitlediği o mahalleye girdik. Üstelik bu öyle Ağır Roman havası da, İstanbul’un yoksul ama tatlı semti de değil. Burası pijama altını pantolon yapmış çocukların kirli saçlarından çekilerek eve sokulduğu, leğen suyunun kapı önüne döküldüğü, akan duvarın muşambayla örtüldüğü, hırsızlığın sempatik bir beceri değil hayatta kalma aracı olduğu yer. Öyle “fakirlerin umut dolu dünyası” iyimserliğinin yanına bile yaklaşmıyor. Acımasız, pis, mutsuz ve ölümüne kederli.
Bu dünyayı yaratan yönetmen Zeynep Günay Tan ve senarist Vural Yaşaroğlu belki de şimdi farkında değiller ama, Türkiye televizyon tarihinde bir devrim yapmış olabilirler. İçine sıkıştığımız tüm kalıpları kırıp, o bakmaya korktuğumuz gerçeğin merkezine inme cesareti gösterdiler. Bu diziye ‘yine dönem dizisi’, ‘yine dram’ bilmem ne mızmızlığında yaklaşanlar büyük yanılgı içinde.
‘Benim Adım Gültepe’ bize özümüze dönmeyi teklif ediyor. Kızların saçını maşalamayarak, kapının önünde çıkarılan ayakkabının topuğuna basarak, tırnak yiyerek, rutubetten hasta ederek, acıkmanın ve çubuk krakerle doymanın ne demek olduğunu anlatarak… Yoksulluğun konak mutfağında çalışan neşeli hizmetçilere indirgenmediği bir yerdeyiz şimdi.
Paranın her an insanın elinden kayıp gidebileceğini, mesela Suna’nın sedef rengi ojelerinin ömrünün bir hafta olduğunu biliyoruz. Yıllardır konuşmayı reddettiğimiz bu mahalleyi, bu şehri, bu ülkeyi artık tanıyoruz. ‘Benim Adım Gültepe’ sadece muhteşem genç oyuncularıyla değil (ki son yılların EN iyi kadrosuna sahip), bakış açımızı değiştiren üslubuyla da yeni bir kapı açıyor.
Umarım takip edeni bol olur.