Güncelleme Tarihi:
Bize biraz kendinden ve ‘Küf Noktası’ gösterisinden söz eder misin?
Küf Noktası, tek kişilik bir anlatı. Sahnede ben varım, fakat bir anlatıcı değilim. Çünkü anlattıklarım hayatın içinden şeyler. Hepimizin hikâyesinde başka biri değilim ben de. Evet, konuşan, ayakta duran benim, ama seyirciyle birlikte yol alıyorum. Onlarla dinliyor, onlarla öğreniyorum. İzleyiciler sesli düşünebiliyorlar. Bu samimiyetle ilerliyor gösteri. Dolayısıyla bir bilen olarak değil, birlikte öğrenecek olan biriyim ben de. Küf Noktası, 50 kez oynandı. Bu sezon Kadıköy'deyim. Yaşayan bir metin olmasına dikkat ettiğimden içeriği sürekli güncelliyorum. Gösterinin süresi aslında 90 dakika, ama iki buçuk saat sürdüğü zamanlar da oluyor.
"DigiTurk, Sky Turk, CNN Turk, Joy Turk… Göktürkler’den, Power Turk’lere geldik… Bir yerde bu kadar yabancı dil kullanılırsa, gün gelir, yaşanılan o yer de yabancı il'e döner." diyorsun. Bu konularda bu kadar cesur açıklamalar pek az... Bu duruş seni 'öteki' yapmıyor mu?
1847 yılında Amerika, Meksika'yla savaşa başladığında bir dolarlık savaş vergisi çıkarır. Yazar, Henry David T. bu vergiyi reddeder ve hapse atılır. Yakın arkadaşı Ralp W. Emerson, onu ziyarete gittiğinde "Henry neden buradasın?" diye sorar. Henry de der ki, "Waldo, sen neden burada değilsin?"
Cesaret, korkanlarla ilgili bir şeydir. Ben ve benim gibiler ‘öteki’ysek yerimiz bellidir. Peki, diğerleri kimdir? Oysa meselemiz sadece insan olmak...
Yabancı dil konusuna gelirsek, bugün yabancı dil dersleri anaokullarında öğretiliyor. Aileler bu durumdan pek memnun. Elbette öğrensinler yabancı dil, bu bir haktır ve iyi bir şeydir. Fakat insan önce kendi dilini öğrenmelidir. Haysiyet bunu gerektirir. Kimin çocuğu olduğumuz bizi ne kadar ilgilendiriyorsa, nereye ait olduğumuz, nasıl bir kültüre sahip olduğumuz da ilgilendirmelidir. Anaokulunda öğrenilen bir dil, yabancı değil, anadil olur.
EĞER BİR GÜN ÇOK PARA KAZANIRSAM…
Küf Noktası gösterisinde çok dikkat çeken vurgular var. Örneğin 'okullardaki kredili sistemden banka kredilerine kadar uzanan sürece' gönderme yapıyorsun. Neye dikkat çekmek istiyorsun?
Ben liseyi kredili sistemde okudum. O sistem bizi tam da bugünler için hazırladı. Hiçbir şey yapmadan mutlu olabilmeyi öğrendik o günlerde. Hiç çalışmadan, öğrendiğimize dair diploma dahi aldık. Örneğin beş tane zayıf bekliyorduk, listeye bir bakıyorduk "Borçlu geçti" yazıyor. Evimize harika bir haberle dönüyorduk. Fakat kime, neden borçlanıyorduk, bunu ne zaman ödeyecektik bilmiyorduk. Mutlu olmayı borçlanarak keşfetmiştik. Bugün gelinen nokta ise huzuru borçlanmada arıyoruz. Mutluluğu sadece reklam filmlerinde ve özellikle de bankadan kredi çeken insanların yüzlerinde görüyoruz.
Eğer bir gün çok para kazanırsam, bu konuda reklam filmleri çekeceğim. Bankadan o krediyi alan kimselerin yüzlerindeki mutluluktan yola çıkıp, her ay nasıl ödediğini göstereceğim insanlara. Bakalım aynı mutluluk öderken de yaşanıyor mu? Aklıma gelen bu fikir için bankalardan kredi almayı düşünmüyorum, bu arada... İnsanları çaresizleştirmek, çaresizliklerinden faydalanmak ahlaksızlıktır.
2012'de Ergenekon ve Balyoz tutukluları için kitap okuma yarışmasına çok içerlediğini, “Küf Noktası” gösterisinde dile getiriyorsun. Sence bu tür girişimlerin sebebi nedir?
Psikolojik baskı ve itibarsızlaştırmadır. O insanlar zaten okudukları için içeri alındılar. Sadece kitap okudukları için değil, yaşamın akışını; ülkenin gidişatını okuyabildikleri için etkisiz hale getirildiler.
Bugün faili belli cinayetler bu şekilde işlenmektedir. Öyle bir sistemi uygular, öyle öğretmenler çıkarırsınız ki, toplumun kökünü kurutursunuz. Ömrünüz en fazla iki nesil sürer. Kendini yetiştirmişleri de toplum nazarında küçük düşürürsünüz. Silivri'de okuma yarışması yapmaya kalktılar. Duyuruyu da şöyle yaptılar; “Okuyan bilir, özdeyişinden hareketle, kurumumuzda okuma yarışması düzenlenmektedir. Her ay en çok kitap okuyan tutukluya hediyeler verilecektir…” Katılım da çok kolaydı! Bire kere tutuklu olmanız yeterliydi. Türkiye’de tutuklu olmak için özel bir şey yapmanıza gerek yok, devletin ileri gelenleri zaten bu konuda çalışmalarını sürdürüyorlar. Onlar için kimse demesin, çalışmıyorlar. Sonra aileler yürüdü, itirazlar yükseldi de yapmadılar bu yarışmayı. Benim çocuğum olsaydı kaydını Silivri'ye yaptıracaktım. Bütün aydınları oraya atamışlardı. Eğer haksız yere kendileri içeri alınmış olsalardı yine aynı tepkiyi gösterirdim. Çok sevdiğim bir söz var, "Mazlumun ve zalimin kimliği sorulmaz" derler. Bu sözün arkasındayım ben de.
Eskiden ‘Benim yazım okunmuyor’ diye bir şey vardı. Şimdi herkesin yazısı okunuyor ama ne yazdığı pek anlaşılmıyor. Bu konuda neler söylersin? Eğitim sisteminin açmazları neler sence?
G.M. Trevelyan'ın bir sözü var, "Eğitim, okuyabilen ama neyin okumaya değer olduğunu bilmeyen kalabalık bir nüfus yetiştirdi" der. Eğitim dediğimizde hepimizin aklına ilk şikâyet etmek geliyor. Demek ortak bilincimizde bu konu bir yere gelip tıkanmış. Bugün eğitim sistemini değiştirenler dahi bu durumdan şikâyetçi. Eğitim sistemini değiştirebilmek için eğitim sitemimizi değiştirmemiz gerekli derim. Sitem aynı olduğu sürece sistem de farklı olmayacaktır. Halkların doğal devrimlerine bakın, önce sitem yani isyan değişmiştir. Sonra sistem yani insan değişmiştir...
Kitapçılarda "Sizin için seçtiklerimiz" diye bir bölüm var. Şahsıma saygısızca buluyorum bu kibarlığı. Kitap gibi bir konuda benim için tercih yapabilecek kimseler ya öğretmenlerimdir ya da beni yakından tanıyan arkadaşlarımdır. Sosyal ağlarda elinde kahve ve kitapla fotoğraf çektirenlerin sayısı, kitap okuma oranlarımızdan yüksek. Sallanan koltuk gördüğümüzde aklımıza ilk kitap okumak geliyorsa, kendimize baştan başlamamız gerekiyor demektir. Çünkü okumak böyle bir şey değildir. Bilgi insanı yerinde sallandırmaz. Ayağa kaldırır, dik durmasını, sağlam adım atmasını sağlar. Eğer yönetim, cehaletin elinde olursa, işte o zaman bir aydın, bilgisiyle sallandırılabilir. Küçük İskender’in bir şiirinde dediği gibi, “Meyve vermeyen tek ağaç, darağacıdır.”
BUGÜN "İNGİLİZCE BİLMİYORUM" DEDİĞİMİZDE ADAM SINIFINA KONULMUYORUZ
Son yıllarda her yerde İngilizce var. İngilizce bilmezsen senden hiçbir şey olmaz gibi bir yaklaşım var. Sence bu doğru mu?
Bir Fenerbahçe-Arsenal maçı 0-0 berabere tamamlanmıştı. Ertesi gün bir gazetemiz "Acıdı mı Dingiliz" diye başlık atmıştı. Bir kere yenemediğimiz bir takıma böyle seslenmek sataşmaktan başka bir şey değildir, bu ayrı konu. Bugün baktığımızda “Dingiliz” dediğimiz adamların acıyacak bir yanı yok. Fakat ne yazık ki bizlerin acınacak yanı çok. Çünkü “Dingiliz” dediğimiz adamlar, Cumhuriyet’in bize verdiği o bağımsızlık kimliğimizi elimizden alıp, bize bağımlılık kimliği vermişler. Biz bugün "İngilizce bilmiyorum" dediğimizde adam sınıfına konulmuyoruz. Daha az maaş almak zorunda bırakılıyor, daha zor koşullarda yaşıyoruz. Üstelik bunu bize yapan Amerikalı veya İngiliz değil, kendimiziz.
Medeniyet yabancı dille gelecekmiş gibi gösterilmiyor mu?
Evet... Medeniyet için yabancı dili şart koşuyorlar. Bunun böyle olmadığını Cumhuriyet’in ilk yıllarında insanlar ispatlamışlardır. Dünyanın başka hiçbir yerinde örneği olamayan bir gelişim göstermişlerdir. Kurtuluş Savaşı’nda teçhizatlarını kağnı, eşek, deve, at, öküz arabalarında taşımış insanlar ve 10 yıl içinde uçak üretmişlerdir. Hatta ürettikleri o uçaklara da kağnıların resimlerini eklemişlerdir. Bununla ilgili Sinan Meydan ve Sunay Akın detaylı bilgiler veriyor yazdıklarında... İşte o insanlar ne İngilizce ne Türkçe ne de başka bir dil biliyorlardı. O dönem okuma yazma oranı yüzde ikiydi.
Ali Şeriati'nin, "Millet, aynı dili konuşan değil, aynı hali paylaşan kişilerden oluşan insan topluluğudur" sözü o zamanlar hayat bulmuştu. Bakın, o hayvanlar tarımcılıkta kullanılıyordu. Bugün tarımı bitirdiler. Yani şimdi bir savaş çıksa o günkü imkânları dahi bulamayabiliriz.
Bugün bize gelişim için ısrarla İngilizce öğrenmeyi şart koşuyorlar. Ülkede milyonlarca kişi İngilizce biliyor. Peki, kaçının İngilizcesi bu ülke için fayda sağlıyor? Eğer Onlar da medeniyetin İngilizceyle geleceğini düşünüyorlarsa, İngilizce bilenler lütfen bir araya gelsin ve medeniyeti getirinler. Her gün biraz daha geriye gidiyoruz...
AMERİKA, ORTADOĞU’YA GİRMEYE KARAR VERDİĞİNDE İLK İŞ OLARAK ARAP MÜZİK KANALI KURDU
Yani ‘yabancı dil öğrenmeye’ değil, yabancı dil dayatmasına karşısın…
Evet. Aynen öyle… Yabancı dile değil, zorunlu yabancı dile karşıyım. İnsan, önce kendi dilini bilmeli. Benim bildiğim İngilizce, sadece o yabancı dili bilenlerin ürünlerini daha rahat satın almamdan başka bir işe yaramıyor. Ülke olarak pek bir şey üretmeyip, yabancılara bağlı olduğumuzdan İngilizceyi de pazarlıyorlar. Bizim bildiğimiz İngilizce aslında yabancıları kalkındırıyor.
Bizler bugün Türkçe mi, Kürtçe mi, Lazca mı diye tartışıp duruyoruz. Oysa her yer İngilizce. Şimdi sokağa çıkalım, bir saat içinde kaç tane Türkçe, Kürtçe, Lazca, Arnavutça dil kursları bulabileceğiz. Peki ya İngilizce kursları? Neredeyse adım başı...
Artık ülkeler topla tüfekle değil, ilk önce ‘yumuşak güç’ ile işgal ediliyorlar. Bu da sessiz ve oldukça tepkisiz bir süreç. Bu anlamda 11 Eylül saldırıları konusuna da farklı bir yaklaşımın var…
11 Eylül'de Amerika'daki İkiz Kuleler vurulduğunda ki kendi oyunları olduğu defalarca ispatlandı; Amerika, Ortadoğu'ya girmeye karar verdiğinde attığı ilk adımlardan biri Arap Müzik kanalını kurmaktı. Çünkü biliyorlardı, ?kültürle işgalin silahtan çok daha etkili olacağını.
Bu durumu insanlar nasıl fark edecekler? İnsanlar nasıl uyarılmalı?
Toplumların işgalinde ateşli silahlar hemen devreye girmiyor artık. Kültürel yozlaştırmayla başlıyorlar işe... Müzik, edebiyat, sinema, televizyon ve bir kültürü kültür yapan yüzlerce şeyle toplumların içine sızılıyor. Kimse, insanların başına silah dayayıp, benim dilimi konuşacaksın demiyor. ‘Sahte’ sözcüğü yerine ‘Feyk’,’ Tamam’a ‘Okey’, ‘Hoşça kal’a ‘Bay bay’ diyeceksin, demiyor. Bu, kültürle hayatımıza giriyor. Dikkat etmeyen her toplum, bunları bilerek, isteyerek yapıyor. Gönüllü bir teslimiyet var burada.
Dolayısıyla insanlar öncelikle kendi kültürlerini, öz değerlerini öğrenerek çıkmalılar yola. Aksi halde verilen her şeyi alacaklardır. Hiçbir filtre kullanamayacaklardır... Savunma sadece cephede askerle olmaz. O da bir savunmadır. Askerler coğrafyanın nöbetini tutarlar. Kara parçasıyladır onların işi. Belli sınırlar içerisinde hareket ederler. Diğer insanlar da kültürün, değerlerin nöbetlerini tutmak zorundadır. Ben burada televizyonu açıyorsam, her gördüğümü sorgulamadan hayatıma alıyorsam, asker nöbet tutsa ne olur, tutmasa ne olur? Rahat uyuyabilmemiz için gözlerimiz açık olmalı!
TV programları ve diziler Türk toplumuna ne veriyor? Sence bu kadar çok televizyon programının ve dizinin olmasının sebebi nedir?
Yazar İhsan Eliaçık çok güzel bir şey söylüyor; evrensel değerler üzerine konuşurken, diğer ilahi kitaplardan da söz ediyor ve hepsinde "Sihir yapma" denildiğini hatırlatıyor. Bu sihrin ne olduğuyla ilgili de, "gerçekleri saptırma", "insanlara yalan söyleme" anlamında kullanıldığını dile getiriyor. Bugün basın yayın organlarında tam da bu uygulanıyor. Sihir yapılıyor! Gezi'de insanlara tomalarla, coplarla, gazlarla saldırılırken hiçbir şey yokmuş gibi yayın yapmaları bir sihirdir. Yolsuzluk iddiaları ortaya çıktığında, bunlara dair hiçbir haber yapmayıp, başka şeylerden söz edilmesi de bir sihirdir. Halkı doğrudan ilgilendiren bir karar alındığında gündemi başka yere çekmek adına yapılan her şey de bir sihirdir. Televizyon dizileri bu işin en altında sessiz ve sürekli bir uyuşturma aracıdır. Hiçbir şey hakkında her şeyden söz ediyorlarmış gibi yüceltilen bir sektör halini almıştır. Bir dizi filmde ne olacağı ana haber bültenlerine taşınıyorsa ve halk buna sessiz kalıyorsa, daha önemli bir konuları yoktur demektir. Eskiden arenalar varmış. İnsanlar birbirlerini öldürürlermiş. Bugünse futbol onun yerini almış durumda. Hatta yarışma programları da...
GONCA VUSLATERİ İLE BİRLİKTE BİR KİTAP ÇIKARACAĞIZ
Kitaplarına 'anlatı' diyorsun. Neden anlatı? Yeni kitap çalışmaları var mı?
Bunu daha önce sevgili hocam Sunay Akın da sormuştu. "Anlatı denilebilir ama şiir bunlar" demişti. Ben de söz vermiştim, yeni baskılarına şiir yazdıracağım diye. İçinde düz yazıyı da kullandığım için ‘anlatı’ demiştim. Başka bir sebebi yoktu.
Kitaba dair çalışmalarım var, evet. Yakın zaman içinde oyuncu Gonca Vuslateri'yle ortak bir kitap yayımlayacağız. Yıllardır birbirimize yazdığımız mektuplardan, bıraktığımız not ve söylediğimiz sözlerden oluşan bir kitap. Gonca'nın edebi değere dönüştürebildiği bir kalbi var. Ben onu en çok kalbi kırıldığında seviyorum. İçinden neler çıkıyor, görseniz... Dolayısıyla Gonca'yı tanıyanlar, bu kitapta biraz olsun onu bilmeye de başlayacaklar. Buna şimdiden seviniyorum...
Sence daha iyi bir ülke olmak için nelere ihtiyacımız var? İnsanlarımız olaylara nasıl yaklaşmalı?
İnsan olmaya ihtiyacımız var. Dücane Cündioğlu bir makalesinde insanın olunabilen bir şey olduğundan söz eder. Der ki, "Hiçbir bitki bitkileşmez, hiçbir hayvan hayvanlaşmaz fakat insan, insanlaşır." Bunu da insanın kendi yetilerini geliştirmesiyle mümkün olacağını söyler.
İnsanlar iyi olursa, ülkeler de iyi olur. İnsanlar çok iyi olurlarsa ülkeler hiç olmayabilir. Bütün sınırlar ortadan kalkar. Savaşlar durur. Biz, dünyayı kendi üzerimizden tanımlıyoruz. İstanbul kalabalık bir yer dediğimizde, insan yoğunluğundan söz etmiş oluyoruz. ‘Vahşi Doğa’ dediğimizde, insana uymayan koşulları söylemiş oluyoruz. ‘Katil Balina’ derken, balinanın cinayet işlemesinden değil, onun öldürücü gücünü insani dilimizle ifade etmiş oluyoruz. Demek ki insan ne ise, dünya da odur. Biz ne isek yaşadığımız yer de odur. Olaylara yaklaşımımız, kendimize yaklaşımımızla ilgilidir. Olaylar, insanlardan bağımsız değillerdir. Beş yüzyıl önce bir yerlere atılmış herhangi bir nesneden haberimiz olmayabilir. Atan da unutmuş hatta ölmüş de olabilir... Fakat doğa unutmuyor. Eğer unutmuş olsaydı, bugün ozon tabakası delinmiş olmazdı. Buzullar hızla eriyor, iklimler değişiyor olmazdı. O sebeple dünyanın herhangi bir yerinde yaşanan olaylar doğrudan bizimle ilgilidir. İnsanlık olarak tek bir vücut gibi hareket edersek o zaman sağlıklı ve mutlu olunabilen dünyadan söz edebiliriz. Bunun için de kendimizden başlamamız gerek. Oturup kendimize çalışmamız, kendimizle tekrar tekrar tanışmamız gerek...